15 Temmuz 2008 Salı

Hariçten Gazelciler

11-13 Temmuz 2008 Tarihlerinde bir başka rock-fest mevzu bahis olmuştu yurdum topraklarında. Zephyr Rock Fest, E.Foça'da İngiliz Burnu'nda.

Hazır E.Foça'da yazlık da varken bu festivali kaçırmak abes olacaktı. Ben de çağırdım bir kaç arkadaş, düştük yollara.

Birinci gün geldiğimizde Başıbozuk yeni bitmişti, saat de 21 civarıydı zaten sanırım. Sahnede sıra Hariçten Gazelciler'e gelmişti. Festival öncesi bilmediğim grupları araştırdığım sırada en çok dikkatimi çeken bu grubu kaçırmak istemiyordum, kaçırmadım. İyi de oldu.

Myspace sayfalarına baktığımızda kendilerinin 'reggae' isimli pek de kulaklarımıza aşina olmayan bir türü icra ettiklerini görüyor ve akabinde paylaşıma sunulmuş 4 adet parçayı dinliyoruz. Kulaklarımıza çalınan elektro saz sesi ve aktif bas gitar hemencecik ısıtıyor bizi müziğe. Davuldaki funk ritmleriyle birlikte ozan/aşık-vari şarkı söyleyen solist iyice dinleme isteği bırakıyor insanda. Ortaya hoş bir çeşni çıkartmış gençler. Çıkarttıkları melodilerden ve yazdıkları liriklerden özlerinden kopmadıkları da belli, üstelik bu özünden kopmama hikayesini can sıkmadan davetkar bir yolla yapıyorlar.

Sahneye çıktıklarında grup tavrıyla da izlemeye gelen güruhu kendilerine ısıtmayı anında başardı. Solist olan, Ömür Kılıçaslan'ı nasıl tarif etsem... Şarapçıya benziyordu, Duman'ın solisti Kaan'ın yayık konuşmasından da kapmıştı... Ha bir de, Gogol Bordello gibi bir hava alıverdim adamdan. Yani eğlenceli, uçuk, bir başka... Tatlı adamdı vesselam.

Kendilerine sadece 5 şarkılık bir zaman ayrıldığını söyledikten sonra girdiler şarkılarına. Canlı performans açısından da festival boyunca en çok tatmin olduğum gruplardan biri oluverdiler kendilerine ayrılan o kısa sürede. Konser bittiğinde çıkardıkları ilk albümü almaya karar verdim. Maksat destek olsun, kulaklar şenlensin.

Bu arada, Ömür'ün çaldığı aleti Ömür bizzat kendisi icat etmiş ve ismine de Çağlama demiş.
Şöyle birşey oluyor:

Sitelerine göz atın, albümden 4 parçayı paylaşıma açmışlar. Ayrıca grubun duruşunu yansıtan keyifli çizimler de mevcut. Kulaklarının pasını silip biraz eğlenmek isteyen kimseler için Hariçten Gazelciler birebir. Dinleyin, dinlettirin!

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Aşkın Nur Yengi

Haftasonu sadece TRT1'i çeken bir televizyona da sahip, eski eşyaların doldurduğu denizi güzel, kasabamsı sakin bir belde olan Ürkmez'deki yazlığımızdaydım annem ve babamla. O güne dek Aşkın Nur Yengi'yi ülkemizde pop icra eden bir bayan olarak biliyordum sadece, ötesi de yoktu.

Cumartesi gecesi TRT1'de popstarımsı bir yarışma vardı. Sadece konsept benziyordu popstara ama içerik farklıydı. Popstar olmak isteyen gençler yerine Anadolu'nun farklı yerlerinden folklör grupları katılıyordu yarışmaya ve en iyi dans grubu olmak için yarışıyorlardı bu gruplar. Aşkın Nur Yengi de hangi tecrübesine dayanıldı bilmiyorum; ordaki 4 sabit jüri üyesinden biriydi.
Google amcaya soruverdim neymiş bu diye, Altın Adımlarmış efendim yarışmamızın ismi. "Televizyonların ilk Türk Halk Oyunları Yarışması" diyor sitede slogan olarak.

Tavır, üslup. Çok önemli kelimelerdir benim için. Bu kadında her ikisi de oldukça kalitesizdi maalesef. Bulunduğu mevkiye yerleşmiş bir şekide folklörcüleri pek hoş olmayan bir üslupla, el-kol mimiklerinin de desteğiyle eleştriyordu. Hani tabii ki eleştirecek sonuçta jüri üyesi ama... O eller kollar öyle oynamamalı yahu. Suratında da meymenet yoktu kadının zaten. Anında nefret ettim açıkçası kendisinden. Güzel olsaymış bari... Hoş, Pamuk prenses ve yedi cücelerdeki aynaya bakıp "Var mı benden güzeli" diyen kadının güzelliği vardı aslında kadında, itiraf edeyim onu bak.

Sonradan öğrendim, pek sevdiğim Haluk Bilginer'in yine pek sevdiğim -tavır ve üslubunu takdir ettiğim- Zuhal Olcay'la olan uzun evliliklerinin bitmesinde bu kadının payı varmış. Zaten Haluk Bilginer'in şu anki eşi de Aşkın hanım oluyormuş. Ne kadar doğrudur bilmiyorum, magazinci değilim, ilgilenmiyorum da. Yine de kadına karşı edindiğim antipati biraz daha birikti bunu öğrenince.

Neyse efendim. Televizyon izlemeden daha mutluyum ben onu fark etmiş bulundum tekrardan. "Televizyon izlemiyorum" şeklinde entel artistliği taslamak için de yazmadım bu yazıyı. Boşalayım dedim sadece bi... O kadar.

Not: Bu arada aynı program sayesinde adaşlıktan doğan sempatim biraz daha birikti Yavuz Bingöl'e karşı. Adamın sesi de güzel zaten. Hem sonradan görmüş gibi de durmuyor başkaları gibi; nazik, üslubu düzgün. Bıyıkları da pek yakışmış, gürbüz gürbüz maşallah.

Her şey olur.

Valla öyle. Yeni felsefem bu oldu sanırım. Felsefem de ne demekse, kim uydurmuşsa... Hiç anlamını içermiyor hani bambaşka bir şey yerine koyuyoruz biz "felsefem şudur" sözcük öbeğini. Her neyse canım, a aa.

İyicene herif olmaya başladık başlayalı çok pis fena geleceği düşünme seanslarına başladım kendi kendime. Eskiden her şeyin huzurlu ve normal bir şekilde gideceğini sanır pek de endişelenmezdim. İlla ki yolunu bulurdu her şey, akıllıydık, usluyduk, öğretmenimizin sözünü dinler, ödevimizi yapar adam olurduk nasılsa. Ufak yaşıtlarım da kendimce pek çok açıdan arkamda kaldığına göre pekala sıyrılabilirdim bir şekilde -akıllıyım kompleksinin başlayıp, tembelliğe alışıldığının başlangıç noktasıdır bu yargı aynı zamanda-. Büyüdük büyüyeli bir uyuzluk, bir tembellik, bir amaçsızlık vurdu kafama ki sormayın. Kayboldum uzunca bir süre, hâla da kendimi buldum sayılmaz. Hoş, pek bilgili insancıklara göre insan kendisini hiç bulamaz blablahedehödö. Tamam.

Meslek seçemediğimiz gibi alan da seçemedik adam gibi, sayılarla mı uğraşacaktık sözlerle mi onu seçmeyi bile beceremedik ve en sonunda piramidin tepesinden aşağıya kayması kolay, yukarı çıkması imkansız olur diyerek sayılarla-formüllerle uğraşmayı seçtik. Birinci round başlamadan kenara çekilip çırpınan öğrencileri izledik. Bok yedik bir güzel. 3.çoğul kişiyle yazmamın da hiç bir sebebi yok aslında, suçuma ortak arıyorumdur bir ihtimal.

Bu yazı nereye gider bilmiyorum. Hiçbir şeyin nereye gideceğini bilmiyorum. Her şey olur lafı da buradan çıktı. Pek fena buldum sanırım kendimi bu lafla. Hani kendini rüzgarın akışına bırakan yaprak misali kötü örnek klişesini canlandıran gerçek rolü almak istemezdim aslında ama... Sanki biraz daha yol alacağız da birisi uyandıracak bizi hadi kalk geldik ne çok uyudun yolda diye... Sahi öyle mi olacak? Her şey olur...

Bloga yazı yazarken "günlük" diye hitap edesim var. Günlük formatında pis pis yazıp bunu millete göstermek de ne kadar tiksinç bir şey aslında. Nedir ki bunun olayı?

Her neyse lan. Diyeceğim odur ki her gün kafama bir ton farklı proje gelmesinden, "şunu şöyle yaparım bu da böyle olur, hem zaten doğru zamanda doğru yerde doğru kişiyle buluşçaksın, kurulması gereken kontakları kuracaksın yolun açılır... Budur abi biraz da şans lazım" demekten gına geldi. Üstelik henüz yaz tatilimin; bitiminde tekrardan üniforma giyeceğim son yaz tatilimin ortasına bile gelmedik. Sınav stresi de değil ki bu, hayat stresi. Demek isterdim ama değil işte. Sınav eşittir hayat diyen 3,5 milyon ot parçasından biri oldum ben bu sene, hayırlı olsun.

Her şey olur ama lan harbi.

Valla.

3 Temmuz 2008 Perşembe

uykusuz ve elektrik zamları


Gerçekten de kendi duvarlarına çizmişler bunu. Gördüğümüz şey de bir fotoğraf zaten. Tam kapak olmuş hani :)

http://www.uykusuzdergi.com/kapak/2008/07/2

Paso


"Delikanlı pasonu gösterir misin?"

"Delikanlı"

"Delikanlıııı"

Delikanlı yıl boyunca hiç işitmemiştir bu isteği ve yine işitmemek ister, işitmemezlikten gelircesine otobüsün derinliklerine akmaya çalışır... derken o da ne? Boş bir koltuk, üstelik otobüse bindikten hemen üç koltuk sonra, yani şöförün 3 koltuk arkası.

İşte günümün hatası buydu. O koltuğa oturmak. Oturur oturmaz elimde tuttuğum kitabı açıp okurmuş gibi yapmaya değil direkt okumaya başladım. Hem zaten okuyacaktım. Çevremdeki kurumuş kadınlar delikanlı sana sesleniyor demeye başlayınca başarısız olacağımı tahmin etmiştim de gene de kitap kurdu maskemi indirmemiştim. Ah keşke kulaklığım olsaydı... Onu bırak çok mu lazımdı oraya oturmak sanki. Şöförün sesi kesilene kadar otobüsün dibine gitmek daha akıllıca değil miydi, akıllıca değil direkt olması gerekendi. Oraya oturmak aptalca oluyordu bu durumda; olmaması gereken bile değil. Ve aptalca bir eylemi gerçekleştirdikten sonra kitap okuyarak bu aptallıktan kurtulamayacağımı anladım. Şöför inatçı çıktı, yolcular duyarlı. Yarım dakika sonunda yanımdaki kadın eliyle delikanlı sana sesleniyor dedi. "He, hö?!" surat haliyle kalktım gittim şöförün yanına. Kentkartımdan yarım lira daha düşülmesine izin verecektim. Üstelik yerimi kapacaklardı. Yer önemli değildi gerçi. "Lan!" dedim kendime, madem önemli değildi ne diye oturdun oraya devam etseydin ya!?.

***

Evet, elbette öğrenci tarifesini kullanarak ulaşımdan yararlanan herkesin bence de pasosunu göstermesi gerekir şöför amcalara, gişe memurlarına vs. Hani ufaklık da değiliz artık, babamın tabiriyle evlensek çocuğumuz olacak. O yüzden sorulmalı bu paso denilen hede.

Şikayetçi olduğum nokta zaten pasonun yıl boyunca yalnızca bir kaç kez sorulması. Dolayısıyla "nasolsa sormuyorlar lan verilir mi 15ytl şimdi öğrenci kartına" şeklinde yaklaşıyorum her sene başında öğrenci kartı almaya. Ancak nasıl bir insansam sordukları zaman da sinir olmadan duramıyorum işte. Veletken daha çok sinir olurdum "lan belli değil mi çoluk çocuğuz işte" der bildiğim küfürleri sayardım içimden. Bugünse şöföre pek sinir olamadım işte, adam basbaya haklıydı. Sorun lan hep işiniz ne anasını satayım deyiverdim içimden.

Seneye alcam pasomu.

Hatıra diye, çaktırma.

yedi

ay oldu.

ayrıca yedi çok güzel bir rakam.

ben de yedinci ayda doğmuşum mesela. gün olaraksa yedinin üçüncü katı. saatin bir ilgisi yok.

senesini de görürüz inşallah yedinin diyelim mesela.

aynı anda mesaj attığımızı sanıyor. oysa ki benden 12 saniye daha hızlıydı.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Şişenin dibini bırakmak.


Müsriflik midir bilmiyorum. İçemiyorum resmen sonunda kalan bir parmak kısmı. Çoğunlukla kalıyor. Dikkat de etmiyorum aslında sonu kalmasın diye ama...

Demin fark ettim, son iki gündür içtiğim coca cola zero 1 litre pet şişeleri bilgisayarımın etrafında birikmiş ve de her iki şişenin de dibinde ufak bir miktarda kola var.

Düşündüm de aynı olay 0.5'lik bira kutuları için de söz konusu çoğunlukla. En azından ilk 2 kutu/şişede böyle oluyor.

Bilimsel açıdan nedeninin düşündüm bu olayın hiç işim yokmuş gibi. Aklıma şunlar geldi:
- Dipteki mevzu bahis içeceğin son kısmına gelene kadar sözü geçen içecek havayla etkileşime fazla girmiş oluyor ve tadından kaybediyor.
- Dipteki mevzu bahis içecek bulunduğu kabın iç yüzeyiyle daha fazla ilişkide olduğu için tadı aşınıyor, bozuluyor.
- Mevzu bahis içeceğin dibine gelene kadar içmekten sıkılıyorum ve son 10 mililitreyi içemiyorum. Kapasitem sadece 990 mililitre olabilir.
- Mevzu bahis içecekten bardağa bir kaç kez doldurduktan sonra son 10 mililitre kalıyor çünkü bardak toplam 227,5 mililitre alıyor. Böylece dört bardak sonucunda şişede 10 mililitre kalıyor.

Bu yazıyı okuyan bir insan evladının aklına gelecek mevzu bahis sorunun cevabı; evet sıkıldım.

Böyle de saçmalarım.

hit