29 Ağustos 2008 Cuma

yesnogod.com

İnternette gezinirken böyle ilginç bir siteyle karşılaştım. (siteyi bir forumda görmüş olsam da yapmış olduğum kısa bir araştırmadan sonra haberi türk semalarına yayan ilk sitenin bildirgeç olduğunu çözdüm. Çalıntı içerik olmaması adına bildirgeç linki de vermiş olayım dedim.) Aslında ilginç falan değil, basit, her insanın çevresindeki insanlara boş bulunduğu zamanlarda sorabileceği bir soruyu, Allah'a olan inancı dünya çapında bir ankete çevirmiş site. Girdiğiniz zaman kayıtlı olduğunuz IP'ye göre ülkenizi bulan ve verilen cevapları kıtalara, bölgelere, ülkelere göre detaylı analiz eden sade ve basit bir arayüzle karşılaşıyoruz.
İstatistiklerden oluşan anasayfa da az buçuk meraklı bir insanı bir süre oyalandırabilecek cinsten. Bakalım ülkemizde durum neymiş, şurda nasılmış bunlar inanır mıymış diye kurcala dur, bir süre sonra sitenin dayandığı fikir insanın hoşuna gidiyor.

İnternet, bu tarz sosyolojik araştırmalar için güvenilir bir şekilde kaynak gösterebileceğimiz bir yer olmasa da tüm dünya insanına çok kısa bir sürede ulaşılabilirliği ve topladığı bilgi miktarı yüzünden bu tarz anketler için hem katılmak hem incelemek açısından cezbedici.

Zaten bu yazıyı da dünya çapında Allah'a olan inançtan bahsetmek için yazdığım falan yok. Eğlenceli ve hit alması açısından dahice bir web sitesi yapılmış, ben de paylaşıp bir iki kritik eklemek istedim.

Güzel bir site olmuş vesselam. Yakın gelecekte kırmızı ve büyük puntolarla "Bu site Allahın izniyle kapatılmıştır." yazısı görecek olursak asıl o zaman vay halimize :)

28 Ağustos 2008 Perşembe

Med Cezir


dökülür yediverenler teninden rengârenk
açarsın mevsimli mevsimsiz bir tanem
değişir kokun, ısınır kanım
beni yakarsın
vazgeçilir gibi değil
bu med cezirler
fırtınam, felaketim hasretim
yetmiyor sevişmeler yetmiyor
şiddetin ne hoş
ne güzel şefkatin
sevdikçe sevesim geliyor
ölene kadar peşindeyim bırakmam

tutuşur geceler yanar
geceler söner
bedenim altüst
sarhoş başım döner
karışır tenime
karışır teninin tuzu bir tanem
vazgeçilir gibi değil
bu med cezirler
fırtınam, felaketim hasretim
yetmiyor, sevişmeler yetmiyor
şiddetin ne hoş
ne güzel şefkatin
sevdikçe sevesim geliyor
ölene kadar peşindeyim bırakmam


Durduk yerde mırıldanmaya başladım bu şarkıyı bugün. Ne bir melodi duydum ne de bir söz halbuki. Öyle içimden geliverdi... Hoşuma gidince de mırıldanmaya devam ettim. Şarkının ne kadar sevimli olduğunu bir kez daha fark ettikten sonra bu sayfada da bulunsun istedim.

Metalci tripleri bir yana, med cezir'in ülkemize pop alanında kazandırılan en güzel aşk şarkıları listesinde rahatça ilk 10'a girebileceğini söyler ve popçu kimliğimi tekrar gömerim toprağın altına yazımı sonlandırırken :)

Levent Yüksel'i de anasım geldi bak şimdi. Adamımız onca zaman pop semalarında karnını doyurduktan sonra eline bas gitarı alıp sıfır km diye grup kurdu ya... helal olsun ne diyelim.

Pop, şu bu o bir yana. Güzel müzik güzel müziktir.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Zenci

"....Bak gene yüzüm kızardı İsmail. Zenciler zenciliklerinden yakınıp dursalar da, bu konuda şanslı olmadıklarını söylemesinler lütfen, ayıp olur. Sırf bu yüzden zenci olmak isterdim ben. Zencicede "yüzü bile kızarmadan" deyimi yoktur herhalde. Kapkara diyarlarda diplomalı psikiyatrlara yüz kızarması şikâyetiyle giden de yoktur. Kara Afrika, utangaçlar cenneti. Kendisi de kara olan sömürge doktoru Fransızca, "Boş ver mon ami*, nasıl olsa kimse fark etmez," diye yalapşap tedavi ediyordur baldırı çıplak hastayı," le suivant, s'il vous plâit..."** Çatısı palmiye yapraklarıyla örtülü kıytırık muaynehanesinde, yüz Senegal Frangı tutarındaki viziteyi yüzü bile kızarmadan ve fatura kesmeden atıyordur cebine. Terleyene yapacak bir şey yok, je suis désole.*** Hâlâ anlamıyor musun sayın doktor, koca bir kıta bu yüzden geri kaldı. Kızarmak nedir bilmeyen beyaz sömürgecileri saymazsak tabii."
(*:arkadaşım, **:sıradaki lütfen, ***:üzgünüm)
Mehmet Anıl, Pembe Otobüs s.66

An itibariyle okuduğum Pembe Otobüs adlı romandan ufak bir alıntı yukarıdaki yazı. Romanın geneliyle pek bir ilgisi olmasa da yazarın utangaçlık ve yüzün kızarmasından girip zenciliğe farklı bir açıdan bu şekilde yaklaşımı hoşuma gitti, kesip yapıştırmak istedim bloguma.

how to confuse an idiot



:)

24 Ağustos 2008 Pazar

Google ve Türk Halkı

Google insanlığın diline öyle bir girdi ki... İngilizce'de örneğin bir şeyi google'da aradığımızda mesela "i google'd it" veya birine aradığı şeyi bulmak için google'a bakmasını söylerken "google it" gibi cümleler kuruluyor.

Kısaca artık ingilizcede gugıllama diye bir fiil var. Eminim ki bundan yüzyıllar sonra araştırmanın yerini gugıllama gibi bir yüklem alabilir. Onca eylem kelimesi nasıl çıkıyor zaten :)
O yüzden kendimi böyle bir kelimenin oluşmasına canlı tanık olduğum için şanslı sayıyorum aslında.

Lafı uzatmadan hemen birazdan göreceğiniz fotoğraflara getirmek istiyorum konuyu. Türk halkı da google kelimesinden öyle bir büyülenmiş olmalı ki alakasız yerlerde alakasız bir biçimde görmek mümkün google kelimesini.

İlk fotoğrafı bir forumda gezerken görmüştüm. İkincisini ise çarşıda gezerken :)

İşte GOGIL İnternet Cafe:


ve sırada goglle giyim!


İkinci resimdeki mekanı Karşıyaka Çarşısında devlet tiyatrosunun karşı paralelinde canlı bir şekilde görebilirsiniz.

Üstteki örnekte google'ın okunuş biçiminden yararlanılırken ikinci resimde google renklerinin birebir tabelaya uygulandığını görüyoruz.

Sokakta geçerken telefonla çekiverdim resmi o yüzden kadraj epey yamuk çıkmış, idare ediverin artık :)

Ah biz Türkler...

en pahalı benzin

Geçen gün dolmuş beklerken yanında durduğum araba aşağıda gördüğünüz tampon yazısına sahipti.



Bu deyiş bilindik bişey olsa bile kanlı canlı görünce insanın hoşuna gidiyor. Bir yandan da şöyle bir "of nasıl bir memleketteyiz harbi" dedirttiriyor tabi...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

start your engines!

Millet deli.

Kim delirtti, nasıl böyle oldu şimdi derinlemesine sosyolojik araştırma yapmayacağım veya yapmış gibi de ahkam kesmeyeceğim.

Ya da ben normal değilim bak o da olabilir. Kendimi çağa uyduramamış, başka alemlerden gönderilivermiş, farklı bir kozmota ait aşmış biri göstermeye de niyetim yok. Hem de hiç yok. Ama...

Yahu, 4 ağustosta dersane mi başlar?! Haziranın ikinci yarısı ve temmuzu saymazsak, elimizde 10 buçuk ay var. Bunun 1 ayı hızlandırmayla, yani tüm haftaiçini heba etmeye, diğer zamanlar da okul dışında kalan tüm haftasonlarına gidiyor. Ha bir de okul vardı di mi... Onu boşverelim nasolsa çıkacak aradan bir şekilde(!) Özel ders mevzusuna hiç girmeyeyim.

Neyse ki bizim dersane insaflı çıktı. Ya da bünyesindeki öğretmenlere ağustos sıcağında 2 hafta önceden başlamaları için yeterli bütçeyi ayıramadı (ya da ben olmak fesat). 4 Ağustosta dersaneye başladığım falan yok kısaca. Başlayanlar için dedim. Bizimkinin sınavı bugündü, dersane de perşembe günü başlıyor ve bundan sonra okul başlayana kadar haftasonları hariç hergün dersane var. Armada'ya gidiyorum bu arada. İzmir'de.

Böylece daha çook var diye diye dibine kadar geldik maratonun. Maratona çok daha önceden başlayanlar da var tabi kocaman azimli "çocuğum on numara her şeyi yapar herkesi geçer"ci anne babaların sayesinde.

İyi mi kötü mü bilmiyorum böyle yapmaları. Ancak keşke lise 1'de 2'de her şeyi ciddiye alsaydım, konu eksiğim kalmasaydı zarttı zurttu diyecek değilim. Liseye en baştan tekrar başlayacak olsam aynı haltı aynı şekilde yiyecektim eminim. O yüzden önüme bakıyorum. Biraz (biraz?) korkuyorum tabi böyle olunca. Korkum başaramamaktan öte onca gaza gelmiş öğrenci kılıklının arasına karışamamaktan daha çok. (Başaramaktan da korkuyorum elbette; zaten hepsi birbirine bağlı şeyler bunlar.) Soyutla soyutla nereye kadar. Bu sene de herkesin yediği boktan tadmak kaçınılmaz bir gerçek benim için. Alternatif yok. Gibi gibi.

Hani hiiç öyle ÖSS çok kötü bir sistem, şöyle olmalı böyle olmalı şu olmamalı bu olmamalı falan diyeceğim de yok. Eğitim hakkındaki o alımlı ütopyalardan çok uzak bir hal içersinde olduğunun farkındayım çünkü güzel yurdumun. Herkesin yazdığı cümleleri de yazmadan geçiyorum bu kısmı...

***

Neyse ki sabah girdiğim deneme sınavı felaket geçmedi. Mat2 haricinde öyle aman aman büyütecek bir bilgi eksikliğimin olmadığını tekrar onayladım. Antrenmana kalıyor gibi bir şey mat2 dışındaki bölümlerde elde edeceğim performans. Tabi mat2 epey ağlatacak gibi sene içerisinde.

Eve geldim. Yeni taban puanlarının açıklandığını duydum, gördüm, buldum, inceledim. Genel olarak 10 puan kadar düşen değerler hoşuma gitti. Puanların eskiye göre düşük olması en azından psikolojik olarak rahatlatıyor. Hoş, sahte bir rahatlama bu. Ben de biliyorum önemli olanın sıralama olduğunu... ama olsun. Böyle daha güzel.

Öte yandan bir arkadaşım sağlam yıkadı beynimi dün. Hoşuma gitmedi değil. Mevzuyu direkt akıl meselesine vurduğundan olsa gaza geldim gibi. Kompleksliyim ya... Dedi ki, seninle aynı yaşta hatta senden daha küçük olup da senden daha akıllı olan 6000 kişi var mı şimdi bu memlekette? Kaldı ki kafası iyi çalışan 20.000 civarı fenciyle de işin olmayacak. Kışkırttı beni direkt aslında. Kışkırmadım değil ben de. Sabah ki sınavda fena geçmeyince gaza gelmedim değil.

Akşama doğru babacığımla IKEA'ya gidip ÖSS masası da alacaz. Bir de pano alacam mıknatıslısından. Asacam onu da. Babamı kandırırsam masa lambası da alırım.

Bilgisayar desen, ortadan kaldırmaya hiç bu kadar istekli olduğumu hatırlamıyorum. Amma velakin yapılcak bir kaç iş var; eylülde kaldıracam.

Şaka maka...

Deli oluyorum ben de, yaşasın!

Hadi rastgele.

ben galiba...

Bu blog işini pek beceremedim.

Halbuki aylardır aklımdaydı bir blog açmak. Çok zormuş gibi de bir türlü açamamıştım ya... Sonra açtım ama yine de böyle "her gün yazarım ben buraya oh ne güzel yaşasın" diyememiştim. Gaza gelemedim bir türlü yani. Aslında yazı yazmakla aramın pek olmadığını mı keşfedecem yakında veya uyuzluğuma bir başka garanti belgesi mi edinmiş olacam, bilemedim.

Bloga direkt kendi ismimi vermem mi acaba ortaya çıkarttı bu samimiyet problemini? Yoksa dilbilgisi kurallarına sadık kalmaya çaba gösterdiğimden ağdalı bir anlatıma sahip oluşum, bunun sonucunda da he deyince yazı yazamayışım? Takip eden pek kimsenin olmayışı mı problem onu da bilmiyorum.

Aslında kimbilir, sadece ayda 4-5 kadar yazı yazacağım buraya. Cebimdeki not defterine yaptığım muameleyi göstermeyip daha özel, ayrıcalıklı bir yere mi koyacam blog denen şeyi? Cepteki not defterinin adı da "blog note" olur genelde. Bak onu şimdi fark ettim mesela :)

Yani, bu bloga not defteri gibi mi davranmalıyım? İyice karıştı bak kafam. Kafama göre uğraşayım işte deyince de olmuyor... Balon gibi sönen bir hevese sahip olmuş olmak da istemiyorum. Her neyse.

Böyle gereksiz bir yazı oldu bu da. Buraya kadar okuduysanız ufak bir özrü borç bilirim.
selametle.

14 Ağustos 2008 Perşembe

soma fm

Normalde kullandığım bilgisayar sorunlar silsilesi çıkardı çıkaralı adam gibi müzik de dinleyemez oldum bir kaç gündür.

Müziksiz yaşamayan bir bünyenin içinde uygun müzik veya müzik namına hiçbir şey barındırmayan bir bilgisayara muhtaç kalması kişiyi internet radyolarının yardımsever elini kucaklamaya itiyor tabi.

Önceden keşfedip, bir süreliğine hali hazırda bulunan 25 gb müzik arşivim yerine kendisini dinletmeye ikna etmiş bir radyoydu Soma FM de... Yine aklıma geldi ve saldırdım kendisine. Zaten bu sefer ikna etmesi de gerekmiyordu çünkü muhtaç bir durumdaydım.

http://www.somafm.com/ adresinden ulaşılan SomaFM bünyesinde bir çok farklı kanalı barındırmakta ve bu sayede tek bir müzik türüne bağlı kalmadan çok daha fazla insana hitap edebilmekte.

Elektronik müzikten jazz'a kadar geniş bir yelpazesi olan Soma FM sağladığı kaliteli ve özgün içerikle kendisini çabucak sevdiriyor.

Burdan SomaFM'i zor durumda kalan veya mevcut müzik arşivlerinden kısa bir süre de olsa sıkılmış olan tüm herkese şiddetle öneriyorum efendim.

Bol müzikli günler!

3 Ağustos 2008 Pazar

Rec

Rec, gecenin bir yarısı okuduğum yorumlara karşı asi bir şekilde izlemeye kalkıştığım film. Gerdi yahu hakikaten.

Korku filmlerinden olaya eğlence gözüyle baktığım için pek korkmam. Film değil midir, bitecektir, gidecektir. Yönetmen izleyeni nasıl gererim diye kasmamış mıdır, biz o kasışı aşağıdan alamaz mıyız? Alırız. O yüzden korkmam pek bu filmlerden.

Gelgelelim, bu film gerdi mi gerdi...

Rec, İspanyol yapımı gerilim filmi 2007'de çekilmiş ve ülkemizde gösterime girmemiş bir filmcağız. Bir adet seksi sayılabilecek kadın muhabir ve ona bakan bir kamerayla başlıyor filmimiz. Bütün film de zaten bu kameranın ucunda geçiyor, izleyiciler ne izliyorlarsa o kameranın çektiğini izliyor. Böyle de güzel bir atmosfer yaratmış kim yaratmışsa. El kamerası efektleriyle direkt filmin içindeyiz yani. Sesler de doğal pek tabi bu temaya uygun olarak; klasik korkutma müziklerini duymuyoruz. Olan biten olduğu gibi korkutabiliyor çünkü.

Seksi bayan muhabirimiz ve film boyunca onun kıçından ayrılmayacak olan kameranımız "siz uyurken" adlı bir program çekiyorlar ve bu programda normal insanlar uyurken uyumayan kesimin nasıl yaşadığı gösteriliyor. Filmin konu aldığı bölüm de itfaiyelerle ilgili.

Bir itfaiye merkezine (ne denir ki) gidiyor ve tanıyoruz itfaiyeleri. İhbar gelsin ama tehlikeli birşey olmasın maksat çekilen program izlenebilsin diye beklerken, ihbar geliyor ve bir apartmanda değişik sesler çıkartan yaşlı bir kadını kurtarmak oluyor itfaiyemizin görevi. Basit ve tehlikesiz bir görev diye şen olup yola düşüyorlar girecekleri apartmandan çıkamayacaklarını bilmeden.

Filmin geri kalanı da bu apartman'da geçiyor zaten. Daha fazla konuşursam bu yazı çok sıkıcı ve gereksiz olacak öte yandan spoiler yedirecem size. O yüzden susayım.

70 Dakikalık özgün bir zombi filmi olarak nitelendirebileceğim bu filmi gerilim filmleri müptelalarına şiddetle önermekteyim.

Şahsen filmi 15.4 inçlik bilgisayar ekranından izlemiş olsam bile çoğu zaman tam ekran konumunda izlemekten çekindim, yeri geldi açtım kuzeni msn'de lafladım. Ara vere vere devam ettim. Sinemada izleyebilene helal olsun.

Oyunculuklar da pek güzel. Çekimler oldukça başarılı. Filmden sonra şöyle bir bakınca senaryonun çok da nitelikli olmadığını hissedebiliyoruz belki ama yine de ömrümde gördüğüm gerilim filmleri arasında en çok diken üstünde tutan film olmaktan vazgeçiremiyor bu husus mevcut durumu.

İyi seyirler!

2 Ağustos 2008 Cumartesi

İzmir'in Kızları

Sezen Aksu'nun tazecik albümü Deniz Yıldızı'nda dikkatimi ilk çeken pek güzel bir şarkımızın ismi İzmir'in Kızları. Ziyadesiyle pek meşhur olan güzel şehrimin güzel kızlarını anlatmakta şarkımız...
Hem de o nasıl anlatmak! İnsan dinlerken eriyor, eriyor hani de bir rakı koyma isteği getiriyor masaya en sekinden. Abarttım mı nedir. Yine de insan kendisini izmirli bir kıza aşık olmuş olmaktan dolayı hem gururlu hem de tedirgin hissetmiyor değil şarkının etkisiyle.

Bu arada, Sezen Aksu'nun gençkızlık dönemini İzmir'de geçirdiğini, üstelik lisedeyken aşık olduğu adamdan hamile kaldığını ve bebeğini aldırmak zorunda kaldığını (doğal olarak) biliyor muydunuz? Pek bilinmez bu dediğim, değerini bilin blogumun der havamı da atarım.

İşte sözler:

izmir'in kızları bir elinde de cımbızları
dişidir, anadır, efedir gidinin tatlı huysuzları
çıktılarmıydı ipek çoraplarla kordon boyuna
savaşta da, aşkta da esaslıdır kadın duruşları
hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar
davetkar çalamaz
bir göz vuruşuyla yerle bir eder
böyle bir şey olamaz

körfezin yakamozu, yıldızı,
keskin tuzu tadında
parfümü meltem
yasemenler açar balkonunda

izmir'in kızları
korku yok kitabında
çal bre bir harman dalı,
delikanlı makamında

izmir'in kızları
ayıptır söylemesi laf aramızda
sevişe sevişe de ölür,
dövüşe dövüşe de icabında
baba sen de ne biçim takardın
kısacık eteklerime benim
merdiven altında
dizimden belime kıvırıverirdim

balkona çıkar makber okurdum
köprü inlerdi
öyle sert sert bakardın ki
ay! zor yetişirdim

baba sen anasına bakıp da
kızını almayacaktın
küfürlerine anneannemin
öyle gülmeyecektin

daha görür görmez
cigarasını tellerdirdiğini
şehriban hanım’ın
su yeşili gözlerine dalmayacaktın

izmir'in kızları çırasını yakar adamın

söz&müzik: sezen aksu
şarkıyı indirmek için çaktırmadan tıkla!

1 Ağustos 2008 Cuma

27.07.08 - Metallica İstanbul'da!


Vay be!

Bunu da görecektik demek ki... Hep hayal gibi gelmişti Metallica'yı canlı izleyebileceğim. Değilmiş demek ki. Şimdi hayal gibi gelen milyon tane şeyin de gelecekte sıradan bir olay haline gelmesini görebilirim umarım ne diyeyim.

Bu konserle ilgili bir yazı yazmayacağım bu sefer. Zira konseri izledikten sonra klavyesine sarılan binlerce insandan daha özel bir duygu yoğunluğuyla ortaya çıkartılmış, diğer yazılmış-çizilmiş olanlardan farklı bir şey çıkarabileceğimi sanmıyorum. Benzerinden tonla olan bişey için de boşuna emek harcamaya değmez gibi. Ayrıca üşeniyorum yani gayet.

Bişeyler yazmak yerine kendi çektiğim fotoğrafları koyayım bu sefer direkt. Yoksa diğer türlü yazının hiç bir kişiselliği kalmayacak...

Heyecanlı bekleyiş sırasında etraftan görüntüler,



ve sahnede metallica...


Sahne iyi güzel hoştu. Fevkalade büyüklükte bir ekrana sahipti hemen arkasında falan. Ancak olması gerekenden alçaktı. Bir metre kadar daha yüksekte olsa iyi olurmuş. Bu da organizasyonun bir diğer falsosu (çok var...)


Susuzluğa dayanamadım, arkalara kaçtım bir süre sonra...


Alev makineleri gürülderken. Fotoğrafın çekildiği noktayı bile ısıtıyordu o alevler. Yakınlarda olanlar epey bir yandılar.


Ve konser biter... Kapıdan çıkmadan hemen önce de bu kareyi çekiverdim.



Playlist'i de sıkıştıralım şuraya:

ecstacy of gold
creeping death
for whom the bell tolls
harvester of sorrow
ride the lightning
sanitarium
leper messiah
and justice for all
no remorse
fade to black
master of puppets
whiplash
nothing else matters
sad but true
one
enter sandman
---
last caress
motorbreath
seek and destroy

hit