26 Aralık 2008 Cuma

noellica


Çok şaşırdım vallahi resmi gördüğümde. Last.fm'de Metallica'nın temsili resmi olarak çıkmış noel günü. Vay anasına hehe...

21 Aralık 2008 Pazar

opeth pringles!


Last.fm'de gezinirken karşılaştım bu resme Şilili olduğunu tahmin ettiğim bir şahsın avatarı olarak. Meğer bizim pringles adamımız Mikael'in kuzeniymiş! Enfes bir çalışma, sağ sütunuma eklenmeyi hak etti bile.

seks seks seks

Bir süre önce takip ettiğim bloglardan biri olan etrafta.com'da görüp, dinleyip, şok olduğum bir çalışma. Direkt alıntı yapacağım için içimden bu bloga koymak gelmemişti bu ölümsüz eseri ilk başta ama kendimi tutamadım. Zaten ek$i'de başlığı bile açılmış; kim bilir belki etrafta'dan hemen sonra ama ek$i'den önce bu blog'ta da yer alacaktı ama neyse artık... (çok önemli bir şeymiş gibi..)


Kaydı dinlemek için: http://etrafta.com/2008/12/15/seks-seks-seks/

8 Aralık 2008 Pazartesi

orhanca

uyudukça uyuyasım
yaşadıkça yaşayasım
geliyor.
uyudukça uyumadığıma
yaşadıkça uyuduğuma
kızıyorum.

30 Kasım 2008 Pazar

yaşıyorum!

Evet. İnternet kariyerime ara verdim diyelim şimdilik. "Ay yesinler..."

En kısa zamanda, 2009'un ikinci yarısında falan görüşmek üzere diyip kaçayım ben en iyisi.
Başarılar dileyin.

8 Eylül 2008 Pazartesi

haydar dümen'e mektup

Gerçek olmadığını bilsek bile iyi düşünülmüş.

Bu haydar dümen efsane bir adam onu söylemiş olayım o arada. Meşhur soru-cevapları var ki kurmuş olduğu benzetmeler ve kullandığı simgelerle insanın karnını ağrıtıyor gülmekten. Hatta geçen gün gazetede tesadüfen bu yazılardan -harika olanlarından- biriyle karşılaştım. Cep telefonumla fotoğrafını almaya teşebbüs ettim üstelik ama pek net çekemedim. Bir daha ki sefere artık...

telaşlı ve dingin

Yarın benim için son defa "lise'nin ilk günü" olacak. Aman ne kadar dramatik!

Bu yazımda tam olarak ne yazacağımı bilemesem de yazamadıklarımdan ve yapamadıklarımdan ve de ruhani halimden bahsetmek için yazıyorum. Klasik bir okulun ilk günü öncesi yazısı olacağını pek sanmıyorum diyecek olsam da bundan emin değilim çünkü organize bir yazı değil bu. Başlayacağım ve kelimeden kelimeye atlayarak okuyan kişinin kafasını bulandıracağım. Evet!

İkiye bölünmüş durumdayım. Kafamdan o kadar çok düşünce ve şunu şöyle bunu böyle yapmalıyım emirleri geçiyor ki öte yandan bulunduğum uyuzluk ve pasiflik durumu süper bir çakışmaya şahit ediyor beni kendi kendime. Tam bir delilik hali desenize!

Bu deli olma işine de pek özenir oldum. Hiç de değil halbuki. Delilik derken, akli olarak olması gerektiği gibi olmayandan bahsediyorum. Çılgın, o ye madafaka'dan veya alternatif şekilde ve biraz asice ve de yoğun olarak ambalaj için deli olmaya çalışmaktan, deliymiş gibi davranmaktan değil.

Şu okulun başlayışı da etkiliyor ve üzüyor bir yandan beni. Geçen sene sonlanırken, "seneye öss senem, affetmeyecem okula da bomba gibi başlayacam. Önceden dersane başlayacak zaten, e takip edecem, bir iki de öğretmen ayarladık mı uçarım be!" diyerek, bir gaza gelme durumu yaşıyordum ve pek memnundum bu halimden. Hatta kendi içimde yaşamıyordum bunu sadece ki; etraftan aynı yönde süper bir destek vardı. "Sen var ya sen, seneye bir başlıcan, bir gaza gelcen, oho kimse tutamayacak" lar duyup yine "akıllı ama çalışmıyor, birazcık çalışsa yapar" şeklindeki eğitim ve öğretim hayatındaki en olmaması gereken cümle kalıbının yarattığı sahte etkiye benzer bir çekim gücü vardı arkamda. Boş bir çekim gücü. Çekiyordu ama çektikten kısa bir süre sonra düşüveriyordun, elinde kalıyordu sıfır.

Elimde var sıfır.

Dersane başladı bir kısmı adam gibi geçtikten sonra son hafta aptal ötesi aksilikler geldi başıma da bir kaç gün devamsızlık yapmış oldum. Öğretmen falan ayarlayamadım. Sadece üşengeçliğimden ve belki biraz çekingenliğimden. Açamadım o telefonu... Sorumluluk sınavlarını pek süper geçirdiğim de sayılmaz. Bunların dışında yeni bir çalışma ortamı için gerekli tüm öğeleri odama dizdikten sonra -masadır, panodur, lambadır...- yine de kendime adam gibi birm program yapabilmiş değilim ki bir de uygulamasına geçeyim! Daha da kötüsü bu boku nasıl yemem gerektiğini geçen sezon sonu çok iyi bilirken şimdi akılsız ve fikirsizim. Kalakaldım.

Her şeyi geçtim, odam gene dağınık, gene geç yatıyorum ve utanmadan yatmadan önce dexter'in ilk sezonunun son bölümünü izlemeye yelteneceğim.

Aklıma gelenleri veya gelmesi gerekenleri de aktaramadım şuraya. Bir de o tarz ufak detaylar var canımı sıkabilen.

Death Magnetic ile ilgili yazacaktım, kaldı. Bütün gün onun bunun blogunu okumakla geçirdiğim asosyal bir cumartesiden sonra arta kalan blog izlenimlerimi yazacaktım, kaldı.

Hayaller kurdum, kaldılar. Anca rüya görüyorum her gece, her gece ayrı üniversitede.

Banyo bile yapamadım henüz, sabah yapacağım. Peh!

Neyse ki yeni ayakkabıdır, kıyafettir, çantadır, masadır, defterdir bir öğrenciyi gaza getirebilecek basit olan her şeyi edindim. Dışarı çıkıp sömürmesi kolay tabi, hele bir de yanında sevdiceğin varsa alışveriş yapmak ne kadar zevkli. Ama yine de elde var sıfır.

Bir yandan o kadar eminim ki başarısız olmaya devam edeceğime, öte yandan hala parlayacak bir ateş varmış gibi geliyor içimde. Vermediğim gaz kalmadı ama parlamıyor bir türlü, onu da ne yapacağız bilmiyorum ya.

Bu yazıyıda öyle "loser" yazıp o kadar "emo" hissettim ki kendimi şimdi. Allah belamı versin. Hakikaten.

Ne bu ya.

Titre ve kendine gel diyeceğim ama bu uyuz dinginlik halinden çıkacağım yok hala...

İşin kötüsü demesem de, garip bir yanı da bu kadar sorumluluk sahibi ve bilinçli olmaya rağmen bu kadar pasif ve uyuz kalmaya devam etmekte bu kadar direnmem. Sahi, yanlış olan nedir?

Çoğunu bir şekilde içimde yanıtlayabildiğim sorular olsa da bunlar, böyle de yazasım geldi. Bloga yazıp bırakacağım, ne kimseye söylerim ne de başka yere yazarım. Ama bulunsun bir yerlerde.

Her okulun ilk günü törenindeki giriş cümlesi; "göz açayıp kapayıncaya kadar geçen bir tatilin daha sonuna geldik" ni duymadan önce şu dexter'i izleyeyim diyorum ben yine de.

haha!

4 Eylül 2008 Perşembe

Recep'in Tavuğu ve Tabipler

gnd: Tabipler Odası
HEKIMLERI KUCUK DUSURDUGU VE ALAY KONUSU YAPTIGI ICIN ODAMIZIN GISISIMLERIYLE RECEP IN TAVUGU REKLAMINA DURDURMA VE PARA CEZASI VERILDI.AYRINTILAR WEB SITEMIZDE.

Dün akşam babamın telefonuna gelen bu mesaj beni epey eğlendirdi.

Ne alıngan bir milletiz yahu. Meslek fark etmez, her alanda bu tarz bişey oldu mu sözü geçen mesleğin odaları ayağa kalkıyor. Çok iyi hatırlıyorum vakti zamanında "watizdis" diyen bir ingilizce öğretmenin olduğu telefonlu bir reklam vardı... Ona da aynı şekilde ingilizce öğretmenleri dava açmıştı sanırım mesleğimizi küçük düşürüyorlar diye.

Yine de doktorlardan böyle bir şey beklemezdim, beni asıl güldüren de o oldu sanırım.

Bu arada yayını durdurulan ve para cezası almış bir reklamı blogumda yayınlamayı istemişimdir hep. İşte o gün geldi :)



3 Eylül 2008 Çarşamba

Deniz Feneri

Dini istismarda son nokta.

Yıllardır samanyolu tv gibi yeşil kanallarda, dini programlardan tanıdığımız "nur yüzlü" kimselerin sunup yönettiği deniz feneri isimli programı bilirsiniz. İnsaniyeti din ile sıkısıkıya yapıştırıp -malum saf insaniyete insanımız pek tenezzül etmiyor- şuraya gittik bunu yaptık buraya gittik şunu yaptık, iyilik yapıyoruz çok güzel bişey mekanımız cennet gelin siz de yapın, bütçenizden şu kadarını ayırın yardıma muhtaç insanlara götürelim, dünyamızı güzelleştirelim denilen program...

Müslümanlığın olmazsa olmaz bir sos olarak kullanıldığı bu yardımlaşma programının ardındaki aynı ismi taşıyan Deniz Feneri adlı sivil toplum örgütünün yaptıkları beni bile etkilemişti de fazla yeşil olduklarından bir türlü sempati duyamamıştım bu iyi kalpli insanlara...

Gün itibariyle "Almanya’da Kanal 7 ve Deniz Feneri’ne kara para baskını", "Deniz Feneri’nde yolsuzluk itirafı", "Deniz Feneri suçunu kabul etti!"* şeklinde haber başlıkları ortaya çıktı çıkalı şok olamadım ne yazık ki...

Yetkili genel müdürlerimiz bağış paralarıyla gayrimenkul yapmışlar kendilerine. Bilmem ne kadar euro ortadan yok olunca dava başlatmış Almanlar. Detayına inmiyorum, dileyen insin. Portre her açıdan ortada neticede.

Bu ülkede milliyetçilik ve din satar. İlla ki satar. Daha fazla insanı arkasına almak isteyene, kolay yoldan para kazanmak isteyene duyrulur.
haber kaynakları:
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/6404414.asp?m=1
http://www.ntvmsnbc.com/news/458127.asp


2 Eylül 2008 Salı

eylül traşı

"Adam olmuşsun adam, dur fotoğrafını çekeyim..."
"Erkek oldun, yüzün gönlün açıldı"
"Asker gibi..."

Son dört senedir her eylül başı, berber sonrası ev halkı tarafından duyduğum ithaflar efendim bunlar.

Saçlar mart-nisan sezonunda kesilir, hazirana doğru okul bitimine bir kaç hafta kala hocalar idare edilir, yaza hali hazırda uzun saçla başlanır ve ağustos sonu saç boyu maksimum seviyesine ulaşır.

Ve sonra eylül...

Zaten yeterince genç olduğum için, berber sonrası iki yıl gençleştim diyemiyorum tabi ki. Bunun yerine iki yıl küçüldüm demek daha gerçekçi. Eh, bu da pek hoş bir durum sayılamaz.

Ersin Karabulut'un deyimiyle patates gibi ortaya çıkan suratımın bir an önce pürüzlenmesini, saçlarımın tekrardan dalgalanmasını beklemek bir yana dersane sınavları olsun sorumluluk sınavları olsun kafam pek iyi değil bu aralar.

Mazeretim var ama güleyim ben en iyisi yine de. Ha gayret di mi...

29 Ağustos 2008 Cuma

yesnogod.com

İnternette gezinirken böyle ilginç bir siteyle karşılaştım. (siteyi bir forumda görmüş olsam da yapmış olduğum kısa bir araştırmadan sonra haberi türk semalarına yayan ilk sitenin bildirgeç olduğunu çözdüm. Çalıntı içerik olmaması adına bildirgeç linki de vermiş olayım dedim.) Aslında ilginç falan değil, basit, her insanın çevresindeki insanlara boş bulunduğu zamanlarda sorabileceği bir soruyu, Allah'a olan inancı dünya çapında bir ankete çevirmiş site. Girdiğiniz zaman kayıtlı olduğunuz IP'ye göre ülkenizi bulan ve verilen cevapları kıtalara, bölgelere, ülkelere göre detaylı analiz eden sade ve basit bir arayüzle karşılaşıyoruz.
İstatistiklerden oluşan anasayfa da az buçuk meraklı bir insanı bir süre oyalandırabilecek cinsten. Bakalım ülkemizde durum neymiş, şurda nasılmış bunlar inanır mıymış diye kurcala dur, bir süre sonra sitenin dayandığı fikir insanın hoşuna gidiyor.

İnternet, bu tarz sosyolojik araştırmalar için güvenilir bir şekilde kaynak gösterebileceğimiz bir yer olmasa da tüm dünya insanına çok kısa bir sürede ulaşılabilirliği ve topladığı bilgi miktarı yüzünden bu tarz anketler için hem katılmak hem incelemek açısından cezbedici.

Zaten bu yazıyı da dünya çapında Allah'a olan inançtan bahsetmek için yazdığım falan yok. Eğlenceli ve hit alması açısından dahice bir web sitesi yapılmış, ben de paylaşıp bir iki kritik eklemek istedim.

Güzel bir site olmuş vesselam. Yakın gelecekte kırmızı ve büyük puntolarla "Bu site Allahın izniyle kapatılmıştır." yazısı görecek olursak asıl o zaman vay halimize :)

28 Ağustos 2008 Perşembe

Med Cezir


dökülür yediverenler teninden rengârenk
açarsın mevsimli mevsimsiz bir tanem
değişir kokun, ısınır kanım
beni yakarsın
vazgeçilir gibi değil
bu med cezirler
fırtınam, felaketim hasretim
yetmiyor sevişmeler yetmiyor
şiddetin ne hoş
ne güzel şefkatin
sevdikçe sevesim geliyor
ölene kadar peşindeyim bırakmam

tutuşur geceler yanar
geceler söner
bedenim altüst
sarhoş başım döner
karışır tenime
karışır teninin tuzu bir tanem
vazgeçilir gibi değil
bu med cezirler
fırtınam, felaketim hasretim
yetmiyor, sevişmeler yetmiyor
şiddetin ne hoş
ne güzel şefkatin
sevdikçe sevesim geliyor
ölene kadar peşindeyim bırakmam


Durduk yerde mırıldanmaya başladım bu şarkıyı bugün. Ne bir melodi duydum ne de bir söz halbuki. Öyle içimden geliverdi... Hoşuma gidince de mırıldanmaya devam ettim. Şarkının ne kadar sevimli olduğunu bir kez daha fark ettikten sonra bu sayfada da bulunsun istedim.

Metalci tripleri bir yana, med cezir'in ülkemize pop alanında kazandırılan en güzel aşk şarkıları listesinde rahatça ilk 10'a girebileceğini söyler ve popçu kimliğimi tekrar gömerim toprağın altına yazımı sonlandırırken :)

Levent Yüksel'i de anasım geldi bak şimdi. Adamımız onca zaman pop semalarında karnını doyurduktan sonra eline bas gitarı alıp sıfır km diye grup kurdu ya... helal olsun ne diyelim.

Pop, şu bu o bir yana. Güzel müzik güzel müziktir.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Zenci

"....Bak gene yüzüm kızardı İsmail. Zenciler zenciliklerinden yakınıp dursalar da, bu konuda şanslı olmadıklarını söylemesinler lütfen, ayıp olur. Sırf bu yüzden zenci olmak isterdim ben. Zencicede "yüzü bile kızarmadan" deyimi yoktur herhalde. Kapkara diyarlarda diplomalı psikiyatrlara yüz kızarması şikâyetiyle giden de yoktur. Kara Afrika, utangaçlar cenneti. Kendisi de kara olan sömürge doktoru Fransızca, "Boş ver mon ami*, nasıl olsa kimse fark etmez," diye yalapşap tedavi ediyordur baldırı çıplak hastayı," le suivant, s'il vous plâit..."** Çatısı palmiye yapraklarıyla örtülü kıytırık muaynehanesinde, yüz Senegal Frangı tutarındaki viziteyi yüzü bile kızarmadan ve fatura kesmeden atıyordur cebine. Terleyene yapacak bir şey yok, je suis désole.*** Hâlâ anlamıyor musun sayın doktor, koca bir kıta bu yüzden geri kaldı. Kızarmak nedir bilmeyen beyaz sömürgecileri saymazsak tabii."
(*:arkadaşım, **:sıradaki lütfen, ***:üzgünüm)
Mehmet Anıl, Pembe Otobüs s.66

An itibariyle okuduğum Pembe Otobüs adlı romandan ufak bir alıntı yukarıdaki yazı. Romanın geneliyle pek bir ilgisi olmasa da yazarın utangaçlık ve yüzün kızarmasından girip zenciliğe farklı bir açıdan bu şekilde yaklaşımı hoşuma gitti, kesip yapıştırmak istedim bloguma.

how to confuse an idiot



:)

24 Ağustos 2008 Pazar

Google ve Türk Halkı

Google insanlığın diline öyle bir girdi ki... İngilizce'de örneğin bir şeyi google'da aradığımızda mesela "i google'd it" veya birine aradığı şeyi bulmak için google'a bakmasını söylerken "google it" gibi cümleler kuruluyor.

Kısaca artık ingilizcede gugıllama diye bir fiil var. Eminim ki bundan yüzyıllar sonra araştırmanın yerini gugıllama gibi bir yüklem alabilir. Onca eylem kelimesi nasıl çıkıyor zaten :)
O yüzden kendimi böyle bir kelimenin oluşmasına canlı tanık olduğum için şanslı sayıyorum aslında.

Lafı uzatmadan hemen birazdan göreceğiniz fotoğraflara getirmek istiyorum konuyu. Türk halkı da google kelimesinden öyle bir büyülenmiş olmalı ki alakasız yerlerde alakasız bir biçimde görmek mümkün google kelimesini.

İlk fotoğrafı bir forumda gezerken görmüştüm. İkincisini ise çarşıda gezerken :)

İşte GOGIL İnternet Cafe:


ve sırada goglle giyim!


İkinci resimdeki mekanı Karşıyaka Çarşısında devlet tiyatrosunun karşı paralelinde canlı bir şekilde görebilirsiniz.

Üstteki örnekte google'ın okunuş biçiminden yararlanılırken ikinci resimde google renklerinin birebir tabelaya uygulandığını görüyoruz.

Sokakta geçerken telefonla çekiverdim resmi o yüzden kadraj epey yamuk çıkmış, idare ediverin artık :)

Ah biz Türkler...

en pahalı benzin

Geçen gün dolmuş beklerken yanında durduğum araba aşağıda gördüğünüz tampon yazısına sahipti.



Bu deyiş bilindik bişey olsa bile kanlı canlı görünce insanın hoşuna gidiyor. Bir yandan da şöyle bir "of nasıl bir memleketteyiz harbi" dedirttiriyor tabi...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

start your engines!

Millet deli.

Kim delirtti, nasıl böyle oldu şimdi derinlemesine sosyolojik araştırma yapmayacağım veya yapmış gibi de ahkam kesmeyeceğim.

Ya da ben normal değilim bak o da olabilir. Kendimi çağa uyduramamış, başka alemlerden gönderilivermiş, farklı bir kozmota ait aşmış biri göstermeye de niyetim yok. Hem de hiç yok. Ama...

Yahu, 4 ağustosta dersane mi başlar?! Haziranın ikinci yarısı ve temmuzu saymazsak, elimizde 10 buçuk ay var. Bunun 1 ayı hızlandırmayla, yani tüm haftaiçini heba etmeye, diğer zamanlar da okul dışında kalan tüm haftasonlarına gidiyor. Ha bir de okul vardı di mi... Onu boşverelim nasolsa çıkacak aradan bir şekilde(!) Özel ders mevzusuna hiç girmeyeyim.

Neyse ki bizim dersane insaflı çıktı. Ya da bünyesindeki öğretmenlere ağustos sıcağında 2 hafta önceden başlamaları için yeterli bütçeyi ayıramadı (ya da ben olmak fesat). 4 Ağustosta dersaneye başladığım falan yok kısaca. Başlayanlar için dedim. Bizimkinin sınavı bugündü, dersane de perşembe günü başlıyor ve bundan sonra okul başlayana kadar haftasonları hariç hergün dersane var. Armada'ya gidiyorum bu arada. İzmir'de.

Böylece daha çook var diye diye dibine kadar geldik maratonun. Maratona çok daha önceden başlayanlar da var tabi kocaman azimli "çocuğum on numara her şeyi yapar herkesi geçer"ci anne babaların sayesinde.

İyi mi kötü mü bilmiyorum böyle yapmaları. Ancak keşke lise 1'de 2'de her şeyi ciddiye alsaydım, konu eksiğim kalmasaydı zarttı zurttu diyecek değilim. Liseye en baştan tekrar başlayacak olsam aynı haltı aynı şekilde yiyecektim eminim. O yüzden önüme bakıyorum. Biraz (biraz?) korkuyorum tabi böyle olunca. Korkum başaramamaktan öte onca gaza gelmiş öğrenci kılıklının arasına karışamamaktan daha çok. (Başaramaktan da korkuyorum elbette; zaten hepsi birbirine bağlı şeyler bunlar.) Soyutla soyutla nereye kadar. Bu sene de herkesin yediği boktan tadmak kaçınılmaz bir gerçek benim için. Alternatif yok. Gibi gibi.

Hani hiiç öyle ÖSS çok kötü bir sistem, şöyle olmalı böyle olmalı şu olmamalı bu olmamalı falan diyeceğim de yok. Eğitim hakkındaki o alımlı ütopyalardan çok uzak bir hal içersinde olduğunun farkındayım çünkü güzel yurdumun. Herkesin yazdığı cümleleri de yazmadan geçiyorum bu kısmı...

***

Neyse ki sabah girdiğim deneme sınavı felaket geçmedi. Mat2 haricinde öyle aman aman büyütecek bir bilgi eksikliğimin olmadığını tekrar onayladım. Antrenmana kalıyor gibi bir şey mat2 dışındaki bölümlerde elde edeceğim performans. Tabi mat2 epey ağlatacak gibi sene içerisinde.

Eve geldim. Yeni taban puanlarının açıklandığını duydum, gördüm, buldum, inceledim. Genel olarak 10 puan kadar düşen değerler hoşuma gitti. Puanların eskiye göre düşük olması en azından psikolojik olarak rahatlatıyor. Hoş, sahte bir rahatlama bu. Ben de biliyorum önemli olanın sıralama olduğunu... ama olsun. Böyle daha güzel.

Öte yandan bir arkadaşım sağlam yıkadı beynimi dün. Hoşuma gitmedi değil. Mevzuyu direkt akıl meselesine vurduğundan olsa gaza geldim gibi. Kompleksliyim ya... Dedi ki, seninle aynı yaşta hatta senden daha küçük olup da senden daha akıllı olan 6000 kişi var mı şimdi bu memlekette? Kaldı ki kafası iyi çalışan 20.000 civarı fenciyle de işin olmayacak. Kışkırttı beni direkt aslında. Kışkırmadım değil ben de. Sabah ki sınavda fena geçmeyince gaza gelmedim değil.

Akşama doğru babacığımla IKEA'ya gidip ÖSS masası da alacaz. Bir de pano alacam mıknatıslısından. Asacam onu da. Babamı kandırırsam masa lambası da alırım.

Bilgisayar desen, ortadan kaldırmaya hiç bu kadar istekli olduğumu hatırlamıyorum. Amma velakin yapılcak bir kaç iş var; eylülde kaldıracam.

Şaka maka...

Deli oluyorum ben de, yaşasın!

Hadi rastgele.

ben galiba...

Bu blog işini pek beceremedim.

Halbuki aylardır aklımdaydı bir blog açmak. Çok zormuş gibi de bir türlü açamamıştım ya... Sonra açtım ama yine de böyle "her gün yazarım ben buraya oh ne güzel yaşasın" diyememiştim. Gaza gelemedim bir türlü yani. Aslında yazı yazmakla aramın pek olmadığını mı keşfedecem yakında veya uyuzluğuma bir başka garanti belgesi mi edinmiş olacam, bilemedim.

Bloga direkt kendi ismimi vermem mi acaba ortaya çıkarttı bu samimiyet problemini? Yoksa dilbilgisi kurallarına sadık kalmaya çaba gösterdiğimden ağdalı bir anlatıma sahip oluşum, bunun sonucunda da he deyince yazı yazamayışım? Takip eden pek kimsenin olmayışı mı problem onu da bilmiyorum.

Aslında kimbilir, sadece ayda 4-5 kadar yazı yazacağım buraya. Cebimdeki not defterine yaptığım muameleyi göstermeyip daha özel, ayrıcalıklı bir yere mi koyacam blog denen şeyi? Cepteki not defterinin adı da "blog note" olur genelde. Bak onu şimdi fark ettim mesela :)

Yani, bu bloga not defteri gibi mi davranmalıyım? İyice karıştı bak kafam. Kafama göre uğraşayım işte deyince de olmuyor... Balon gibi sönen bir hevese sahip olmuş olmak da istemiyorum. Her neyse.

Böyle gereksiz bir yazı oldu bu da. Buraya kadar okuduysanız ufak bir özrü borç bilirim.
selametle.

14 Ağustos 2008 Perşembe

soma fm

Normalde kullandığım bilgisayar sorunlar silsilesi çıkardı çıkaralı adam gibi müzik de dinleyemez oldum bir kaç gündür.

Müziksiz yaşamayan bir bünyenin içinde uygun müzik veya müzik namına hiçbir şey barındırmayan bir bilgisayara muhtaç kalması kişiyi internet radyolarının yardımsever elini kucaklamaya itiyor tabi.

Önceden keşfedip, bir süreliğine hali hazırda bulunan 25 gb müzik arşivim yerine kendisini dinletmeye ikna etmiş bir radyoydu Soma FM de... Yine aklıma geldi ve saldırdım kendisine. Zaten bu sefer ikna etmesi de gerekmiyordu çünkü muhtaç bir durumdaydım.

http://www.somafm.com/ adresinden ulaşılan SomaFM bünyesinde bir çok farklı kanalı barındırmakta ve bu sayede tek bir müzik türüne bağlı kalmadan çok daha fazla insana hitap edebilmekte.

Elektronik müzikten jazz'a kadar geniş bir yelpazesi olan Soma FM sağladığı kaliteli ve özgün içerikle kendisini çabucak sevdiriyor.

Burdan SomaFM'i zor durumda kalan veya mevcut müzik arşivlerinden kısa bir süre de olsa sıkılmış olan tüm herkese şiddetle öneriyorum efendim.

Bol müzikli günler!

3 Ağustos 2008 Pazar

Rec

Rec, gecenin bir yarısı okuduğum yorumlara karşı asi bir şekilde izlemeye kalkıştığım film. Gerdi yahu hakikaten.

Korku filmlerinden olaya eğlence gözüyle baktığım için pek korkmam. Film değil midir, bitecektir, gidecektir. Yönetmen izleyeni nasıl gererim diye kasmamış mıdır, biz o kasışı aşağıdan alamaz mıyız? Alırız. O yüzden korkmam pek bu filmlerden.

Gelgelelim, bu film gerdi mi gerdi...

Rec, İspanyol yapımı gerilim filmi 2007'de çekilmiş ve ülkemizde gösterime girmemiş bir filmcağız. Bir adet seksi sayılabilecek kadın muhabir ve ona bakan bir kamerayla başlıyor filmimiz. Bütün film de zaten bu kameranın ucunda geçiyor, izleyiciler ne izliyorlarsa o kameranın çektiğini izliyor. Böyle de güzel bir atmosfer yaratmış kim yaratmışsa. El kamerası efektleriyle direkt filmin içindeyiz yani. Sesler de doğal pek tabi bu temaya uygun olarak; klasik korkutma müziklerini duymuyoruz. Olan biten olduğu gibi korkutabiliyor çünkü.

Seksi bayan muhabirimiz ve film boyunca onun kıçından ayrılmayacak olan kameranımız "siz uyurken" adlı bir program çekiyorlar ve bu programda normal insanlar uyurken uyumayan kesimin nasıl yaşadığı gösteriliyor. Filmin konu aldığı bölüm de itfaiyelerle ilgili.

Bir itfaiye merkezine (ne denir ki) gidiyor ve tanıyoruz itfaiyeleri. İhbar gelsin ama tehlikeli birşey olmasın maksat çekilen program izlenebilsin diye beklerken, ihbar geliyor ve bir apartmanda değişik sesler çıkartan yaşlı bir kadını kurtarmak oluyor itfaiyemizin görevi. Basit ve tehlikesiz bir görev diye şen olup yola düşüyorlar girecekleri apartmandan çıkamayacaklarını bilmeden.

Filmin geri kalanı da bu apartman'da geçiyor zaten. Daha fazla konuşursam bu yazı çok sıkıcı ve gereksiz olacak öte yandan spoiler yedirecem size. O yüzden susayım.

70 Dakikalık özgün bir zombi filmi olarak nitelendirebileceğim bu filmi gerilim filmleri müptelalarına şiddetle önermekteyim.

Şahsen filmi 15.4 inçlik bilgisayar ekranından izlemiş olsam bile çoğu zaman tam ekran konumunda izlemekten çekindim, yeri geldi açtım kuzeni msn'de lafladım. Ara vere vere devam ettim. Sinemada izleyebilene helal olsun.

Oyunculuklar da pek güzel. Çekimler oldukça başarılı. Filmden sonra şöyle bir bakınca senaryonun çok da nitelikli olmadığını hissedebiliyoruz belki ama yine de ömrümde gördüğüm gerilim filmleri arasında en çok diken üstünde tutan film olmaktan vazgeçiremiyor bu husus mevcut durumu.

İyi seyirler!

2 Ağustos 2008 Cumartesi

İzmir'in Kızları

Sezen Aksu'nun tazecik albümü Deniz Yıldızı'nda dikkatimi ilk çeken pek güzel bir şarkımızın ismi İzmir'in Kızları. Ziyadesiyle pek meşhur olan güzel şehrimin güzel kızlarını anlatmakta şarkımız...
Hem de o nasıl anlatmak! İnsan dinlerken eriyor, eriyor hani de bir rakı koyma isteği getiriyor masaya en sekinden. Abarttım mı nedir. Yine de insan kendisini izmirli bir kıza aşık olmuş olmaktan dolayı hem gururlu hem de tedirgin hissetmiyor değil şarkının etkisiyle.

Bu arada, Sezen Aksu'nun gençkızlık dönemini İzmir'de geçirdiğini, üstelik lisedeyken aşık olduğu adamdan hamile kaldığını ve bebeğini aldırmak zorunda kaldığını (doğal olarak) biliyor muydunuz? Pek bilinmez bu dediğim, değerini bilin blogumun der havamı da atarım.

İşte sözler:

izmir'in kızları bir elinde de cımbızları
dişidir, anadır, efedir gidinin tatlı huysuzları
çıktılarmıydı ipek çoraplarla kordon boyuna
savaşta da, aşkta da esaslıdır kadın duruşları
hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar
davetkar çalamaz
bir göz vuruşuyla yerle bir eder
böyle bir şey olamaz

körfezin yakamozu, yıldızı,
keskin tuzu tadında
parfümü meltem
yasemenler açar balkonunda

izmir'in kızları
korku yok kitabında
çal bre bir harman dalı,
delikanlı makamında

izmir'in kızları
ayıptır söylemesi laf aramızda
sevişe sevişe de ölür,
dövüşe dövüşe de icabında
baba sen de ne biçim takardın
kısacık eteklerime benim
merdiven altında
dizimden belime kıvırıverirdim

balkona çıkar makber okurdum
köprü inlerdi
öyle sert sert bakardın ki
ay! zor yetişirdim

baba sen anasına bakıp da
kızını almayacaktın
küfürlerine anneannemin
öyle gülmeyecektin

daha görür görmez
cigarasını tellerdirdiğini
şehriban hanım’ın
su yeşili gözlerine dalmayacaktın

izmir'in kızları çırasını yakar adamın

söz&müzik: sezen aksu
şarkıyı indirmek için çaktırmadan tıkla!

1 Ağustos 2008 Cuma

27.07.08 - Metallica İstanbul'da!


Vay be!

Bunu da görecektik demek ki... Hep hayal gibi gelmişti Metallica'yı canlı izleyebileceğim. Değilmiş demek ki. Şimdi hayal gibi gelen milyon tane şeyin de gelecekte sıradan bir olay haline gelmesini görebilirim umarım ne diyeyim.

Bu konserle ilgili bir yazı yazmayacağım bu sefer. Zira konseri izledikten sonra klavyesine sarılan binlerce insandan daha özel bir duygu yoğunluğuyla ortaya çıkartılmış, diğer yazılmış-çizilmiş olanlardan farklı bir şey çıkarabileceğimi sanmıyorum. Benzerinden tonla olan bişey için de boşuna emek harcamaya değmez gibi. Ayrıca üşeniyorum yani gayet.

Bişeyler yazmak yerine kendi çektiğim fotoğrafları koyayım bu sefer direkt. Yoksa diğer türlü yazının hiç bir kişiselliği kalmayacak...

Heyecanlı bekleyiş sırasında etraftan görüntüler,



ve sahnede metallica...


Sahne iyi güzel hoştu. Fevkalade büyüklükte bir ekrana sahipti hemen arkasında falan. Ancak olması gerekenden alçaktı. Bir metre kadar daha yüksekte olsa iyi olurmuş. Bu da organizasyonun bir diğer falsosu (çok var...)


Susuzluğa dayanamadım, arkalara kaçtım bir süre sonra...


Alev makineleri gürülderken. Fotoğrafın çekildiği noktayı bile ısıtıyordu o alevler. Yakınlarda olanlar epey bir yandılar.


Ve konser biter... Kapıdan çıkmadan hemen önce de bu kareyi çekiverdim.



Playlist'i de sıkıştıralım şuraya:

ecstacy of gold
creeping death
for whom the bell tolls
harvester of sorrow
ride the lightning
sanitarium
leper messiah
and justice for all
no remorse
fade to black
master of puppets
whiplash
nothing else matters
sad but true
one
enter sandman
---
last caress
motorbreath
seek and destroy

15 Temmuz 2008 Salı

Hariçten Gazelciler

11-13 Temmuz 2008 Tarihlerinde bir başka rock-fest mevzu bahis olmuştu yurdum topraklarında. Zephyr Rock Fest, E.Foça'da İngiliz Burnu'nda.

Hazır E.Foça'da yazlık da varken bu festivali kaçırmak abes olacaktı. Ben de çağırdım bir kaç arkadaş, düştük yollara.

Birinci gün geldiğimizde Başıbozuk yeni bitmişti, saat de 21 civarıydı zaten sanırım. Sahnede sıra Hariçten Gazelciler'e gelmişti. Festival öncesi bilmediğim grupları araştırdığım sırada en çok dikkatimi çeken bu grubu kaçırmak istemiyordum, kaçırmadım. İyi de oldu.

Myspace sayfalarına baktığımızda kendilerinin 'reggae' isimli pek de kulaklarımıza aşina olmayan bir türü icra ettiklerini görüyor ve akabinde paylaşıma sunulmuş 4 adet parçayı dinliyoruz. Kulaklarımıza çalınan elektro saz sesi ve aktif bas gitar hemencecik ısıtıyor bizi müziğe. Davuldaki funk ritmleriyle birlikte ozan/aşık-vari şarkı söyleyen solist iyice dinleme isteği bırakıyor insanda. Ortaya hoş bir çeşni çıkartmış gençler. Çıkarttıkları melodilerden ve yazdıkları liriklerden özlerinden kopmadıkları da belli, üstelik bu özünden kopmama hikayesini can sıkmadan davetkar bir yolla yapıyorlar.

Sahneye çıktıklarında grup tavrıyla da izlemeye gelen güruhu kendilerine ısıtmayı anında başardı. Solist olan, Ömür Kılıçaslan'ı nasıl tarif etsem... Şarapçıya benziyordu, Duman'ın solisti Kaan'ın yayık konuşmasından da kapmıştı... Ha bir de, Gogol Bordello gibi bir hava alıverdim adamdan. Yani eğlenceli, uçuk, bir başka... Tatlı adamdı vesselam.

Kendilerine sadece 5 şarkılık bir zaman ayrıldığını söyledikten sonra girdiler şarkılarına. Canlı performans açısından da festival boyunca en çok tatmin olduğum gruplardan biri oluverdiler kendilerine ayrılan o kısa sürede. Konser bittiğinde çıkardıkları ilk albümü almaya karar verdim. Maksat destek olsun, kulaklar şenlensin.

Bu arada, Ömür'ün çaldığı aleti Ömür bizzat kendisi icat etmiş ve ismine de Çağlama demiş.
Şöyle birşey oluyor:

Sitelerine göz atın, albümden 4 parçayı paylaşıma açmışlar. Ayrıca grubun duruşunu yansıtan keyifli çizimler de mevcut. Kulaklarının pasını silip biraz eğlenmek isteyen kimseler için Hariçten Gazelciler birebir. Dinleyin, dinlettirin!

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Aşkın Nur Yengi

Haftasonu sadece TRT1'i çeken bir televizyona da sahip, eski eşyaların doldurduğu denizi güzel, kasabamsı sakin bir belde olan Ürkmez'deki yazlığımızdaydım annem ve babamla. O güne dek Aşkın Nur Yengi'yi ülkemizde pop icra eden bir bayan olarak biliyordum sadece, ötesi de yoktu.

Cumartesi gecesi TRT1'de popstarımsı bir yarışma vardı. Sadece konsept benziyordu popstara ama içerik farklıydı. Popstar olmak isteyen gençler yerine Anadolu'nun farklı yerlerinden folklör grupları katılıyordu yarışmaya ve en iyi dans grubu olmak için yarışıyorlardı bu gruplar. Aşkın Nur Yengi de hangi tecrübesine dayanıldı bilmiyorum; ordaki 4 sabit jüri üyesinden biriydi.
Google amcaya soruverdim neymiş bu diye, Altın Adımlarmış efendim yarışmamızın ismi. "Televizyonların ilk Türk Halk Oyunları Yarışması" diyor sitede slogan olarak.

Tavır, üslup. Çok önemli kelimelerdir benim için. Bu kadında her ikisi de oldukça kalitesizdi maalesef. Bulunduğu mevkiye yerleşmiş bir şekide folklörcüleri pek hoş olmayan bir üslupla, el-kol mimiklerinin de desteğiyle eleştriyordu. Hani tabii ki eleştirecek sonuçta jüri üyesi ama... O eller kollar öyle oynamamalı yahu. Suratında da meymenet yoktu kadının zaten. Anında nefret ettim açıkçası kendisinden. Güzel olsaymış bari... Hoş, Pamuk prenses ve yedi cücelerdeki aynaya bakıp "Var mı benden güzeli" diyen kadının güzelliği vardı aslında kadında, itiraf edeyim onu bak.

Sonradan öğrendim, pek sevdiğim Haluk Bilginer'in yine pek sevdiğim -tavır ve üslubunu takdir ettiğim- Zuhal Olcay'la olan uzun evliliklerinin bitmesinde bu kadının payı varmış. Zaten Haluk Bilginer'in şu anki eşi de Aşkın hanım oluyormuş. Ne kadar doğrudur bilmiyorum, magazinci değilim, ilgilenmiyorum da. Yine de kadına karşı edindiğim antipati biraz daha birikti bunu öğrenince.

Neyse efendim. Televizyon izlemeden daha mutluyum ben onu fark etmiş bulundum tekrardan. "Televizyon izlemiyorum" şeklinde entel artistliği taslamak için de yazmadım bu yazıyı. Boşalayım dedim sadece bi... O kadar.

Not: Bu arada aynı program sayesinde adaşlıktan doğan sempatim biraz daha birikti Yavuz Bingöl'e karşı. Adamın sesi de güzel zaten. Hem sonradan görmüş gibi de durmuyor başkaları gibi; nazik, üslubu düzgün. Bıyıkları da pek yakışmış, gürbüz gürbüz maşallah.

Her şey olur.

Valla öyle. Yeni felsefem bu oldu sanırım. Felsefem de ne demekse, kim uydurmuşsa... Hiç anlamını içermiyor hani bambaşka bir şey yerine koyuyoruz biz "felsefem şudur" sözcük öbeğini. Her neyse canım, a aa.

İyicene herif olmaya başladık başlayalı çok pis fena geleceği düşünme seanslarına başladım kendi kendime. Eskiden her şeyin huzurlu ve normal bir şekilde gideceğini sanır pek de endişelenmezdim. İlla ki yolunu bulurdu her şey, akıllıydık, usluyduk, öğretmenimizin sözünü dinler, ödevimizi yapar adam olurduk nasılsa. Ufak yaşıtlarım da kendimce pek çok açıdan arkamda kaldığına göre pekala sıyrılabilirdim bir şekilde -akıllıyım kompleksinin başlayıp, tembelliğe alışıldığının başlangıç noktasıdır bu yargı aynı zamanda-. Büyüdük büyüyeli bir uyuzluk, bir tembellik, bir amaçsızlık vurdu kafama ki sormayın. Kayboldum uzunca bir süre, hâla da kendimi buldum sayılmaz. Hoş, pek bilgili insancıklara göre insan kendisini hiç bulamaz blablahedehödö. Tamam.

Meslek seçemediğimiz gibi alan da seçemedik adam gibi, sayılarla mı uğraşacaktık sözlerle mi onu seçmeyi bile beceremedik ve en sonunda piramidin tepesinden aşağıya kayması kolay, yukarı çıkması imkansız olur diyerek sayılarla-formüllerle uğraşmayı seçtik. Birinci round başlamadan kenara çekilip çırpınan öğrencileri izledik. Bok yedik bir güzel. 3.çoğul kişiyle yazmamın da hiç bir sebebi yok aslında, suçuma ortak arıyorumdur bir ihtimal.

Bu yazı nereye gider bilmiyorum. Hiçbir şeyin nereye gideceğini bilmiyorum. Her şey olur lafı da buradan çıktı. Pek fena buldum sanırım kendimi bu lafla. Hani kendini rüzgarın akışına bırakan yaprak misali kötü örnek klişesini canlandıran gerçek rolü almak istemezdim aslında ama... Sanki biraz daha yol alacağız da birisi uyandıracak bizi hadi kalk geldik ne çok uyudun yolda diye... Sahi öyle mi olacak? Her şey olur...

Bloga yazı yazarken "günlük" diye hitap edesim var. Günlük formatında pis pis yazıp bunu millete göstermek de ne kadar tiksinç bir şey aslında. Nedir ki bunun olayı?

Her neyse lan. Diyeceğim odur ki her gün kafama bir ton farklı proje gelmesinden, "şunu şöyle yaparım bu da böyle olur, hem zaten doğru zamanda doğru yerde doğru kişiyle buluşçaksın, kurulması gereken kontakları kuracaksın yolun açılır... Budur abi biraz da şans lazım" demekten gına geldi. Üstelik henüz yaz tatilimin; bitiminde tekrardan üniforma giyeceğim son yaz tatilimin ortasına bile gelmedik. Sınav stresi de değil ki bu, hayat stresi. Demek isterdim ama değil işte. Sınav eşittir hayat diyen 3,5 milyon ot parçasından biri oldum ben bu sene, hayırlı olsun.

Her şey olur ama lan harbi.

Valla.

3 Temmuz 2008 Perşembe

uykusuz ve elektrik zamları


Gerçekten de kendi duvarlarına çizmişler bunu. Gördüğümüz şey de bir fotoğraf zaten. Tam kapak olmuş hani :)

http://www.uykusuzdergi.com/kapak/2008/07/2

Paso


"Delikanlı pasonu gösterir misin?"

"Delikanlı"

"Delikanlıııı"

Delikanlı yıl boyunca hiç işitmemiştir bu isteği ve yine işitmemek ister, işitmemezlikten gelircesine otobüsün derinliklerine akmaya çalışır... derken o da ne? Boş bir koltuk, üstelik otobüse bindikten hemen üç koltuk sonra, yani şöförün 3 koltuk arkası.

İşte günümün hatası buydu. O koltuğa oturmak. Oturur oturmaz elimde tuttuğum kitabı açıp okurmuş gibi yapmaya değil direkt okumaya başladım. Hem zaten okuyacaktım. Çevremdeki kurumuş kadınlar delikanlı sana sesleniyor demeye başlayınca başarısız olacağımı tahmin etmiştim de gene de kitap kurdu maskemi indirmemiştim. Ah keşke kulaklığım olsaydı... Onu bırak çok mu lazımdı oraya oturmak sanki. Şöförün sesi kesilene kadar otobüsün dibine gitmek daha akıllıca değil miydi, akıllıca değil direkt olması gerekendi. Oraya oturmak aptalca oluyordu bu durumda; olmaması gereken bile değil. Ve aptalca bir eylemi gerçekleştirdikten sonra kitap okuyarak bu aptallıktan kurtulamayacağımı anladım. Şöför inatçı çıktı, yolcular duyarlı. Yarım dakika sonunda yanımdaki kadın eliyle delikanlı sana sesleniyor dedi. "He, hö?!" surat haliyle kalktım gittim şöförün yanına. Kentkartımdan yarım lira daha düşülmesine izin verecektim. Üstelik yerimi kapacaklardı. Yer önemli değildi gerçi. "Lan!" dedim kendime, madem önemli değildi ne diye oturdun oraya devam etseydin ya!?.

***

Evet, elbette öğrenci tarifesini kullanarak ulaşımdan yararlanan herkesin bence de pasosunu göstermesi gerekir şöför amcalara, gişe memurlarına vs. Hani ufaklık da değiliz artık, babamın tabiriyle evlensek çocuğumuz olacak. O yüzden sorulmalı bu paso denilen hede.

Şikayetçi olduğum nokta zaten pasonun yıl boyunca yalnızca bir kaç kez sorulması. Dolayısıyla "nasolsa sormuyorlar lan verilir mi 15ytl şimdi öğrenci kartına" şeklinde yaklaşıyorum her sene başında öğrenci kartı almaya. Ancak nasıl bir insansam sordukları zaman da sinir olmadan duramıyorum işte. Veletken daha çok sinir olurdum "lan belli değil mi çoluk çocuğuz işte" der bildiğim küfürleri sayardım içimden. Bugünse şöföre pek sinir olamadım işte, adam basbaya haklıydı. Sorun lan hep işiniz ne anasını satayım deyiverdim içimden.

Seneye alcam pasomu.

Hatıra diye, çaktırma.

yedi

ay oldu.

ayrıca yedi çok güzel bir rakam.

ben de yedinci ayda doğmuşum mesela. gün olaraksa yedinin üçüncü katı. saatin bir ilgisi yok.

senesini de görürüz inşallah yedinin diyelim mesela.

aynı anda mesaj attığımızı sanıyor. oysa ki benden 12 saniye daha hızlıydı.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Şişenin dibini bırakmak.


Müsriflik midir bilmiyorum. İçemiyorum resmen sonunda kalan bir parmak kısmı. Çoğunlukla kalıyor. Dikkat de etmiyorum aslında sonu kalmasın diye ama...

Demin fark ettim, son iki gündür içtiğim coca cola zero 1 litre pet şişeleri bilgisayarımın etrafında birikmiş ve de her iki şişenin de dibinde ufak bir miktarda kola var.

Düşündüm de aynı olay 0.5'lik bira kutuları için de söz konusu çoğunlukla. En azından ilk 2 kutu/şişede böyle oluyor.

Bilimsel açıdan nedeninin düşündüm bu olayın hiç işim yokmuş gibi. Aklıma şunlar geldi:
- Dipteki mevzu bahis içeceğin son kısmına gelene kadar sözü geçen içecek havayla etkileşime fazla girmiş oluyor ve tadından kaybediyor.
- Dipteki mevzu bahis içecek bulunduğu kabın iç yüzeyiyle daha fazla ilişkide olduğu için tadı aşınıyor, bozuluyor.
- Mevzu bahis içeceğin dibine gelene kadar içmekten sıkılıyorum ve son 10 mililitreyi içemiyorum. Kapasitem sadece 990 mililitre olabilir.
- Mevzu bahis içecekten bardağa bir kaç kez doldurduktan sonra son 10 mililitre kalıyor çünkü bardak toplam 227,5 mililitre alıyor. Böylece dört bardak sonucunda şişede 10 mililitre kalıyor.

Bu yazıyı okuyan bir insan evladının aklına gelecek mevzu bahis sorunun cevabı; evet sıkıldım.

Böyle de saçmalarım.

28 Haziran 2008 Cumartesi

Opeth İstanbul Konseri - 20.06.08

Unirock öncesi ve unirockla ilgili bir yazı yazayım bari hem blog da açtım o kadar dedim ya... Üşendim de üşendim. Sonra güzelce yazdım İstanbul'a gidiş hikayemi, tamam iyi hoş... Daha sonra da başladım unirock yazısına lakin festivali değerlendirmekten öte alt gruplarla ilgili paragraf paragraf eleştri yazısı çıkartabildim ortaya üstüne üstlük Opeth konserini de yazamadım. Ne yapacam ben bu tembellikle bilmiyorum, yine de yılmadım ve konserden 8 gün sonra Opeth'i de yazmaya başlıyorum.

23.30'da çıkacaklar sanıyordum, beklemekten de felaket yorulmuştum. Çevremdeki insanlar 23.00'te çıkacak 23.30'da çıkacak muhabbetini yapmaya başlayınca hadi dedim bir umut 23.00'te çıkarlar belki... Sahneye geldiklerinde 23.15'ti sanırım saat.

Heyecanım yavaş yavaş doruklara çıksa da hâla yorgundum. Ta ki Demon Of The Fall'un ilk riff'ini duyana kadar. Allahım o neydi öyle... Arkadaşım demişti Opeth çıkınca geçer o yorgunluk diye de çok inanamamıştım. Şimdiyse bir havalardaydım. Akabinde 5-6 kişilik ufak bir pogomsu hareket başladı bulunduğum yerde ve aktif bir rol aldığıma inanamadım. Hatta başka birisi tamam sakin diyene kadar duracağım yoktu. Ben ki uslu bir konser takipçisi çılgınlar atıyordum.

Daha sonrasında önceden ezberlediğim son konserlerinde çaldıkları playlist'e göre Master's Apprentices 'ı yani favori şarkımı bekliyordum. Master's diye avaz avaz bağrırken The Baying Of The Hounds'a giriverdiler. Playlistte ufak bir sıra değişikliği söz konusuydu diye düşündüm ve sonraki şarkının Master's Apprentices olduğunu tahmin ettim, bildim.

Detaylı konser durumu bir yana, kısa bir özet geçeyim bu sefer. Yoksa hiç yayınlayamayacağım bu yazıyı (Şu anda temmuz ayına girmiş bulunmaktayız, konser 20 hazirandaydı. Hey yarabbim! Tembellik, uyuzluk sardı gene...)

Grubun beyni Mikael Akerfeldt çok sempatik bir adamdı. Kendisini çok severim, daha da çok sevdim. Cici bir adam işte...

Konser sırasında hoş espriler yaptı, hiç bir zaman baymadı. Seyirciyle sempatikliği sayesinde güzel bir iletişim kurdu. Bir çok metal grubundaki gibi sert ön-adam kalıbıyla uzaktan yakından alakası yoktu, onun yerine icra ettiği müzikte çok başarılı bir müzisyen görünümündeydi tavırları da.

Ek$i'de adamın biri yazmış Mikael'in neler dediğini tek tek. Tebrik ettim kendisini kendi kendime. Tüm cümleleri aklında mı tuttu, ses mi kayıt etti, not mu aldı artık bilemiyorum. Buyrun: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=13491640

Konserden bu yana 10 gün geçtiği için tabi gerekli coşkuyu yansıtamayacağım sanırım. O yüzden kısa keseyim. Hatta öyle bir yazı yazmış olayım ki sadece Opeth'i gördüğümü göstermek için olsun. Hehe.

Playlist'i yazalım mesela,

- Demon Of The Fall (mayh) - Baying Of The Hounds (Ghost R.) - Master's Apprentices (Deliverence) - To Rid The Disease (Damnation) - Serenity Painted Death (Still Life) - Wreath (Deliverence) - Heir Apperent (Watershed) - In My Time Of Need (Damnation) - The Drapery Falls (Blackwater Park)

Yakalayabildiğim kadar bir kaç tane de fotoğraf ekleyeyim. Pek net değiller ama olsun.




Bir de video çekiverdim telefonumla. Master's Apprentices'ta efsane brutal vokal kısmına girmeden öncesi ve giriş. Lakin brutal vokalden sonrası pek net duyulmuyor, eh telefonun frekansı yetmemiş olsa gerek.





Böyle işte efendim. 27 Temmuz'da da Metallica'yı göreceğim, benden mutlusu yok ^_^

24 Haziran 2008 Salı

Unirock Fest '08 - 1.Gün

Alt Gruplar

Sabah gözümü hafiften de olsa korkutan yağmur kesileli çok olmuştu. Sıcaklık İzmir'i aratmayan cinstendi ve hava da açıktı. Beşiktaş'tan Maslak' doğru giden dolmuşları aradı gözüm, bulmam uzun sürmedi. Kısa bir süre içinde dolmuşta ayakta bekliyordum. Oyunun bu kısmına kadar tüm levelları atlatmışım da oyun sonu canavarına giden kahraman kadar şendim. Dolmuş parkorman'a geldiğinde kampçı kılıklı bir kaç gençle birlikte indim.
Saat 17'ye geliyordu, ilk grubu kaçıracağımı düşünmüştüm ancak başlangıç saatini yanlış hesaplamıştım. Yani ilk grubu bile kaçırmıyordum. Yolu bulmamda bana yardım eden, iki seneden fazladır sanal olarak tanıdığım daha önce de bir kere buluştuğum arkadaşım; İlker aradı ve kısa bir süre sonra buluşup bir köşeye oturduk.

İlk grup; Obstinacy sahnedeyken güneş hala tepemizdeydi. Elemanlar kendilerine ayrılan yarım saatlik sürede ilk grup yani en alt grup olmanın ezikliğini yansıtmadan güzelce çaldılar.

İkinci grup olan Definitive'i nerden bulduğumu bilmediğim On Fire EP'leri sayesinde önceden dinlemiştim. Bilgisayarımda randomdan gelip çalıyordu arada bir, hoşuma da gitmiyor değildi.
Bu grup da fena sayılmazdı, solistin fazlaca "ey, ey, ey" şeklinde gaza getirmeye çalıştı seyircileri. Şarkılarda ne kadar şarkı söylüyorsa bir o kadar da "ey, ey, ey" çekmiştir herhalde.

Sıradaki grup Insistence'a geldiğimizde ortam da biraz hareketlenmeye başlamıştı sanırım. Ortamın hareketlenmesinde özellikle Insistence grubunun solistinin seyircileri zorla gaza getirmesinin büyük payı vardı. Solist önce pogo yapılmasını istedi daha sonra wall of death. Seyirciler de gönüllü bir şekilde ne denildiyse onu yaptılar. Her şey ayarında sona erdi, limiti aşıp cozutan kimse olmadı. Miting sonrası polis-eylemci kovalamacasını andıran wall of death eylemi sonrasında herkesin yüzü gülüyordu mesela.

Wall of death sırasında kalitesiz de olsa ufak bir video çekmeyi ihmal etmedim. Aşağıda izleyebilirsiniz.



Öte yandan Insistence sadece seyirciye oynayan bir grup da değildi hani, gayet güzel çaldılar. Türleri bir kaç yerde death metal olarak lanse edilse de ben genel olarak hardcore grubu havası yakaladım kendilerinde, grubu özellikle Lamb Of God'a benzettim -veya onlar benzemeye çalışıyordu gerçekten- ki bunu düşündükten çok kısa bir süre sonra LOG'dan Hourglass'ı coverladılar yanlış hatırlamıyorsam. 2007 yılında bir albüm kaydetmişler ancak hâla çıkmamış albüm. Üzerine yeni şarkı bestelediklerini de söylediler ve de bu yeni bestelerini çaldılar. Ne diyelim, önleri açık gözüküyordu umarım başarılı olurlar ve dünyaya açılırlar.

Sıra gelmişti İzmir'li melo-death/thrash icra eden cici grup Affliction'a. Grubu, özellikle davulcularını pek yakından tanıdığım için (kendisinden 1 yılı aşkın süredir davul dersi almaktayım) gruba karşı biraz daha duygusal yaklaşıyordum. İzmir'de kendi stüdyoları olan grup 2 albüm çıkarmış, 2.albümlerinin mastering'ini ve miksajını İsviçre'de bir stüdyoda yaptırtmışlar ve efsane bir sound yakalamışlardı. Geçtiğimiz aylarda da Amerikalı bir şirket; Dyskfunctional Records ile 4 albümlük bir anlaşma imzalamış ve pek yakında başlaması planlanan bir ABD turnesini gündemlerine getirmişler. Kısacası önü açık dememize kalmadan kendi önünü açabilmiş bir gruptu Affliction.

Zira beklentilerimi boş çıkartmamışlar sahnede çatır çatır yardırmışlardı. Sanırım 1.gün boyunca davul solosu atraksiyonuna giren tek grup da onlardı. Sahnede kaldıkları 45 dakikadan sonra kulaklarım hafiften zedelenmiş olmalı ki başıma ufak bir ağrı girmeye başladı ve tıkaç almadığıma bin pişman oldum. Bunda sahnenin sağ kolonunun tam karşısında durmamızın etkisi de vardı muhtemelen. Daha sonrasında gruba bir kaç ballad lazım diye düşünecektim çünkü grubun tüm şarkıları hızlı, gaz, tüm vokalleri brutale çok yakın hafif scream'seldi. Gruba fazla çamur atmadan kendimin aslında bu müziğe düşündüğüm kadar da dayanıklı olmadığımı anladım ya da sadece kolonlara yakın izlememem gerekiyordu, bilmiyorum.


Opeth'ten önceki son alt grup, Catafalque sahneye çıktığında hava artık kararmıştı. Müziklerine -icra ettiği türleri gibi- bir türlü ısınamadığım bu gotik-metal'ci grubu dinlerken hafiften sıkılmadım değil. Tabii bunun sebebi de tamamen kişisel olsa gerek çünkü biraz önce anlattığım gibi Affliction'dan sonra kulaklarım haşat olmuştu. Üzerine Opeth'i artık görmek isteyişim ve son 24 saat içinde pek az uyumuş olmam da eklenince gerçekten önceden ısınılmayan bir grup çekilebilir değildi hele ki sağ kolona yakınsan. Affliction başladığında feth ettiğimiz pozisyonumuzu Opeth'i yakından izleyebilmek uğruna korumaya karar vermiştik İlker'le. Catafalque'ı oradan izleyişimin yegane sebebi de budur.

Bunların dışında grup hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, Catafalque'ın clean vokalleri yapan sarışın dekolteli bayan ve brutal kısmın sahibi biraz cüsseli Mete beyle birlikte öne çıktığı söylenebilir. Grubun diğer elemanları yapılması gereken işleri yapan mürettebat gibiydi, yardımcı pilot sarışın saçları, göğüs dekoltesi ve seyircilerin büyük çoğunluğunun karşı cinsinden oluşuyla gözleri pilot kabinine çekiyordu. Sese gelirsek kendisinin ortalama bir bayan vokal kalitesinde olduğunu söyleyebilirim, tüylerimi ürpertemedi çünkü. Brutal Mete'ye gelirsek, sağlam brutal yapıyordu hakkını yemeyelim şimdi. Seyirciyle iletişim kısmıyla da kendisi ilgilenen Brutal Mete bu işin de üstesinden geliyordu sanırım. Konser sırasında söylediğine göre iki farklı yerinden fıtık olmuş ve sahnede iğneyle duruyormuş. Ne diyelim, tebrikler.


Sonuç olarak hiçbir şarkısını bilmediğim için eşlik edemediğim, kendilerine ısınamadığım için coşamadığım, Opeth'i beklediğim için sıkıldığım bir performans olmuş oldu Catafalque'la geçen 1 saat.

Nihayet Catafalque da bitmişti... Saat 21.30'du. 15 dakika sonra olan Türkiye-Hırvatistan Euro 2008 Çeyrek Final maçı başlayacaktı. 2 Saat sonra da Opeth sahneye çıkacaktı. Önceden Opeth'i beklerken sahne kenarına kurulması kuvvetle muhtemel perdeden maçı izleriz hem sıkılmayız hem de zevkli olabilir ordakilerle birlikte maç izlemek diye hayal kurmuştum. Gerçekten hayal kurmuş olmalıyım ki konser alanında perdeyi veya projeksiyon aletini andıran hiçbir şey yoktu. Bunun yerine o kalabalık içinde 2 saat beklemek vardı. Bir tutam düş kırıklığını sabır kaynayan kazanıma atıp başladım beklemeye. Yorgunluktan ölecek gibiydim. Sıkıntıyla geçecek zaman sonrasında hayatımın grubuna görecek olmak gerçekten de tek tesellimdi, kocaman bir teselli...

23 Haziran 2008 Pazartesi

İstanbul'da Bir Opethian

Bundan 3 yıl kadar önce Alsancak'ta bir kaç arkadaşla birlikte meraktan girdiğimiz metal ürünleri, müzik albümleri, fantastik edebiyat kitapları vs. satan Excalibur isimli tuhaf dükkanda tanışmıştım kendileriyle. Fonda çalan müzik değişken bir yapıda ilerliyordu. Öyle ki muhtemelen dükkana girdiğimizden beri aynı şarkı çalmasına rağmen bir çok farklı sahnesiyle tanışmıştım müziğin. Akustik yapısıyla dinleyen insana yaşattığı dinginliğin hemen arkasından gelen böğürtüler önce şok yaşatıyor, sonra enteresan şeyleri sevebilmenin enteresan zevkinden bir kuple tattırıyor ve bir anda gaza bile getiriyordu. Müzik ölesiye kaliteliydi. İyi ki dükkanda bulunan ses sistemi de iyi bir kaliteydi ki ilk tanışmamız nezih bir şekilde olmuştu. Tonu bozuk bir hoparlörden çıksaydı bu karmaşık sesler bütünü kim bilir tezgahta duran şişko harleyci metalci dövmeci bilmemneyci adama sormayacaktım kim bu çalanlar diye... İsimleri Opeth olan bu abilerimiz aynı dönemde açmış olduğum last.fm hesabımda liste başını bir an olsun bırakmamışlardı bugüne değin.

Gelelim günümüze... Bir kaç ay önce Metallica'nın Türkiyeye geleceği hakkında söylentiler dolaşmaya başlamıştı ki 20 Haziran Opeth diye bir laf duyuldu, duyulmasıyla heyecanım iki kat arttı. Kısa bir süre kesinleşen konserin Testament ve Orphaned Land gibi isimlerle birlikte Unirock Fest kapsamında yer alacağı belli oldu. Aynı festivale daha sonra Dark Tranquillity de eklenerek festival tadından yenmez bir hale geldi.

Festivalle ilgili her şey kesinleştikten sonra kalan 3 ayım festivali birlikte geçirecek arkadaş aramakla geçtiyse de kimsecikler İzmir'den İstanbul'a çadır kurmaya gitmeye cesaret edemiyordu. Çıkan grupları ya zaten çok sevmiyorlardı ya da bir ay sonrasında zaten Metallica'ya gideceklerini bahane ediyorlardı. Buruldum hafiften ama bu konseri kaçırmayacağımdan emindim. Gerekirse tek başına gidecektim hani... Fazla samimi olmadığım insanlara bile teklif ettikten sonra tek başıma gitmeye karar verdim. İstanbulda'da vardı uzun zamandır tanıdığım bir kaç arkadaşım ancak onlara da yapışmak istemiyordum tanışıklığımız sanal dünyanın dışına çok az taştığı için. 3 gün tek başıma konaklamayı gözüm bir türlü yemedi, sadece 1.gün'e gidip Opeth'i görmeye karar verdim.

Şansa bak ki beni İstanbul'da karşılayacak ve hatta bana bakacak kuzenim aynı tarihte İzmir'deydi. Kısa bir süre kara kara düşündükten sonra bu ufak yolculuk boyunca hiç konaklamamayı, 19 haziran gecesi otobüse binip 20 haziran'dan sonraki, 21 haziran sabahında otobüsle geri dönmeye karar verdim. Parama, telefonuma, telefonun diğer ucunda bana yardım edebilcek bir çok kişiye güvendim. Bir de Opeth'i canlı izleyecek olmanın getirdiği gazın verdiği güven vardı ki bu güven gözümü karartmıştı resmen.

İzmir'den 23.30'da hareket edecek İstanbul otobüsünü Nilüfer otobüs terminalinde bekliyordum. Her zaman giydiğim ayakkabım ve gri, bol şortumun üzerinde Still Life tişörtüm ve yine her zaman kullandığım sırt çantam vardı benimle birlikte sadece. Beklerken benim dışımda festivale giden başka İzmirlileri de görmek hoştu. Kamp kurmaya giden kılıklarından ve tavırlarından belliydi aynı istikamete gittiğimiz.

Bindim, indim. Yağmur yağıyordu, korktum. Taksim'e doğru giden servise yönlendirdim kendimi. Planıma göre öğlen 14'e kadar Taksim'de geçirecektim zamanımı... Minibüse bindiğimde gece boyunca pek fazla uyumadığımı anladım. Yukarıda bahsettiğim gaz durumu olmasa çok pis sıkılır, ıkınır, bunalırdım sanırım. Onun yerine camdan bakıp "nolcak bu yağmur" dedim.

08.30 civarı Taksim meydanındaydım. İstanbul trafiği ile kapıştığım ilk raunt sona ermişti, karnım felaket açtı. Ne yiyebilirim düşüncesiyle İstiklal Caddesine 2 adet gözlem yapan göz 1 adet zil çalan miğde ile daldım. Bir süre ilerledikten sonra karışık ayvalık tostu ve neskafe cazip geldi.

09.30 itibariyle dönüş biletimi almak amacıyla uzun bir süre orda burda dolandım. Bir şekilde zamanı tüketmem gerekiyordu. Aslında tam bir evsiz olduğumu fark ettim o an itibariyle. Parası, telefonu, festival bileti olan bir evsiz.

Öğlene doğru dinleneyim belki uyurum bile dedim ve girdim sinemaya. Hulk 2'ye girmiştim, sonlarında sıkıldım. Uyuyamadım, dinlendim.

Sinemadan çıkıp Beşiktaş'a gittim. Bir arkadaşımın henüz gelip gelmeyeceği belli olmasa da biletler hemen bitecek korkusuyla fazla bilet aldığım Metallica konserinin elimdeki fazla olan biletini internetten anlaştığım bir elemana satmak için 16.30'da Beşiktaş Burger King önünde buluşacaktık. 2 Saatim vardı. Tam da bir internet kafe'ye girecektim ki İstanbullu arkadaşım aradı nerde olup neler yaptığımı sordu ve "Adeks'e git bari, burger'ın biraz yukarsında olcaktı" dedi. Biraz arkama baktım ki Adeksi görüverdim, giriverdim, 1 saat geçiverdi.

Adeks'ten çıkıp Burger King'e daldım. Tıkındım. Bileti satacağım kişi 15 dakika önceden gelmişti. Aceleyle yemeğimi bitirip önceden planladığım gibi burger king'in tuvaletini kullandım (nerede tuvalete gireceğimi planlamıştım, evet.) Sorunsuz bir şekilde bileti sattıktan sonra yapacak hiçbir şey kalmamıştı. İstikamet festivalin gerçekleşeceği alan, Parkormandı.

19 Haziran 2008 Perşembe

Giriş, önsöz ve türevi

Hmm selam tekrar.

Bu blogu açmayı aylardır düşünüyordum aslında. Velakin uyuzluğum yüzünden ertelendi de durdu. Sonra bir gece açıverdim, şimdi de içini nelerle dolduracağımı düşünüyorum ama icraat yok. Bu uyuzlukla yavaş yavaş bişeyler yazıp buraya koymaya da seneye başlarım herhalde.

O değil de, açtık da noldu? Zilyon tane blog var zaten nedir yani ben bunu açmışım nolcak açmamışım nolcak. Yapacağım özel bişey de yok kendimi pazarlamaktan başka aslen. İnsan sadece köşelerden birini kapıp onu kendi donanımı ölçüsünde donatmayı istiyor ve de her insan kendini pek bir donanımlı gördüğünden olsa gerek süper bir hevesle birlikte bloglar hazırlanıyor. Hoş şeyler aslında bu tip mevzular. Hevesi her türlü boşaltabilmek lazım değil mi, insan anca öyle hissediyor sanırım yaşadığını. Tıpkı benim yaptığım gibi kendi uyuzluğuna küfredip durmak, bununla birlikte işe bir tarafından başlayamamak hevesli birinin karşısındaki aciz insanın tasviri oluveriyor.

Lafı fazla dağıtmadan, blogun ilk konularını klasik bir biçimde kendimi temel anlama kapakçıklarına hizmet edecek şekilde tanıtmalı mıyım yoksa bodoslama dalmalı mıyım bilmiyorum. Hani amacım ülkenin bir başka köşesinde kaldırabilceğim kızlara yönelik hoş bir köşe yapıp, karizmatik entel portresi çizmekse akıllıca olabilirdi nerde okuyup neler yaptığımı bir bir dizmek. Öyle bir cümle kurdum ki gören de güzel blogları olanlara kızlar veriyor sanacak. Tabii ki de öyle bişey olmamakla birlikte başım bağlı benim ^_^ Erkenden kapıverdiler vallahi, oldukça da uzun sürecek gibi. Kim bilir bitmeyecek de... Sözün kısası bu kişisel köşe karşı cinsi kaldırmak amacına açılmadı diyelim. Yine de kendi egomu pazarlamaktan geri kalmam ama. Öte yandan bu tarz entel-dantel işlere girişmek için illa abaza olmak gerekmiyormuş da galiba x)

Sanırım bodoslama dalma, doğaçlama yazma yönünü seçtim. İyi de ettim mi bilmiyorum, bir heves bu yazıyı yazıyorum da diğer yazıyı ne zaman yazarım hiç bir fikrim yok. Sevdim bu doğaçlama yazma olayını yalnız. Planlayıp yapsam bişeyler bu blog da bir yıl önce açılırdı zaten. Yaşasın doğaçlama yaşamak diyelim ve de bitirelim madem bu yazıyı.

10 Haziran 2008 Salı

Selam!

Selam blog!

Fark ettiğin gibi (neden 2.tekil şahıs?) bir test mesajı yazıyorum.

Yazdım.

8 Haziran 2008 Pazar

gofret

Aradım demin ablamı.
Ufak olan, ailemizin ortancası. Ben en küçük.
Kurban bayramından beri görüşmediğimizi söyledi
Ona özlediğimi söylerken.
Ne zamandı ki kurban bayramı dedim.
Dört ay olmuş.

Ablam hep yanımdayken düşünürdüm çoğunlukla.
Bir gün adamın biriyle gidecek, çok seyrek görüşeceğiz diye…
Adamın biri alıp götürmediyse de ayrı kalır olduk bir şekilde.
Koca kız oldu tabi, Ankaralarda hem okuyor hem çalışıyor.
Yetişkin oldu beni yetiştirip.

İki elden 3 parmak eksikti aramızdaki yaş.
Çalışan bir anne ve babanın çocuğu olunca
Günün birkaç saatinde de olsa
Evin dadısıdır abla.
Dünyanın en güzel dadısı.

Gözlerimin ışıldadığı zamanlarda, ufacıkken
Bana verdiği gofreti löp diye yedikten sonra,
Teşekkür etmesini öğrettiği an gelir aklıma
Eski evimizin dar koridoruydu anı kırıntısının arka planı.

Bir de dışı çikolata kaplı dondurmayı yiyemeyişim, elime akışı.
Diğer elimi tutan, hep tutsa keşke dediğim
Çıkarıp cebinden peçetesiyle silişi elimi ağzımı.
Yaz sıcağıydı, eve gidiyorduk…

Günün nasıl geçtiğini konuştuktan sonra telefonda
Dedi ki, rüyamda gördüm seni.
“Sarılıyorduk, ufacıktın”
Mevsim yazmış, gofret erimiş.
“Erimiş gofretine ağlıyordun, gözlerin dolmuştu yanakların kızarmıştı
Teselli ediyordum”
Birkaç gülücükten sonra “Hâla öyle olur” dedim.
Az daha konuştuktan sonra telefonu kapatırken gözlerim dolmuş, yanaklarım kızarmıştı.

Koca herif olduk, gofret yerine telefon tutup sulu gözlülük yapıyorum dedim.
Utandım kendimce.
Telefonu kapadım, bu sayfayı açtım.

30 Mart 2008 Pazar

30.03.08 Pazar

Blog açmadan önce öylesine bir word sayfasına karaladığım bir kaç paragraf, 30 Mart 08'e ait. Madem blog açtım elime geçen kendi saçmaladığım tüm yazıları koyayım bari diyecek oldum ve dedim.


Ve hayat dur dedi artık… Mor ve ötesi,
Harun söylüyor.

Pazar günü bugün. Dershaneye gidecektim ben aslında. Gözümü emektar cep telefonumun çıldırtan alarmıyla açtığımda altı saatlik uykunun yetmediğini ve henüz şu büyük sınava bir yıldan fazla olduğunun bilincinde güzel uyumanın daha yararlı olacağına karar verdim. Uyudum ama… Aklımın bir köşesinde bir iki saat sonra kalkacak olan ebeveynlerimin vereceği tepki vardı. Rahat uyudum sayılamaz tabi… Gene de pişman değildim kalkmayıp uyumayı seçtiğime. Neden endişeleniyordum? Baskı yapacaklardı güya “Gönderiyoruz o kadar sen gitmiyorsun bile hem o kadar erken yat dedik di mi disiplinli olsana biraz” mesela. Hakikaten de gece gün değişirken annemin müziği kısmam gerektiğini de içeren bol hadili yatırma söylemleri karşısında kendimi cinayet işlemek isteyen psikopat genç gibi hissederken iyiydi tabi. Bak, haklı kadın. Kötü kötü gülüyorum içimden, biliyorum aslında annem şu şeytani kelimeyi; ‘hadi’ yi ve müziği kısmam gerektiğini ve de yatmam gerektiğini bu kadar baskıyla iletmeyecek olsa kim bilir kendi kendime yatacaktım ve zamanında kalkacaktım. Diye düşünesim geliyor ama bu bir ütopya. O kadar yetişmedim sanırım. Öyle mal mal bakıyorum bilgisayar ekranına. Sözde uykuyla fazla vakit kaybetmek istemiyorum. Bilgisayar kapanınca da birden bir iki dergi yazısı okuyasım geliyor. Dergiyi kapatınca da yoğun bir düşünme eylemi. Şimdi nolcak’lar ve olmaz ki böyleler arasında gidip gelip kimi zaman bulunduğum hale sonuna kadar şükredip mutlu mutlu hayal kurmak ertesi sefer karanlıklar içerisinde kimi zaman göz yaşarmasına gidecek aptal bir yoğunluk içerisinde kemale erdiğimde kendi kendime son hazırlama planlarını düşünme gafleti.

Sonra sıkıldım.

Yazmadım.

hit